top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 671 sonuç bulundu

  • "Hayır" Demenin Özgürlüğü

    Hayatımız boyunca sayısız karar alırız ve bu kararların çoğu, bir teklife, bir isteğe veya bir fırsata "evet" demekle ilgilidir. Peki, her "evet" dediğimizde aslında nelere "hayır" demiş oluyoruz? İstemediğimiz bir şeye "evet" dediğimizde, bunun sonuçları genellikle tahmin ettiğimizden daha derin olabilir: İçten içe bir kırgınlık, ortaya çıkan işin kalitesizliği, asıl yapmak istediklerimize ayıramadığımız zaman ve enerji, hatta maddi kayıplar... Her bir "evet", hayatımızın küçük bir parçasını daha tüketir ve geleceğe, "yine yaptım" pişmanlığının bir izini bırakır. Her "Evet" Aynı Zamanda Bir "Hayır"dır: Unutulan Basit Gerçek Bu ilke, hayatın temel dinamiklerinden biridir; bildiğimiz ama sıklıkla unuttuğumuz bir gerçek. Belki kendi sınırlarımızı kabul etmekte zorlandığımız için, belki de sürekli olarak "daha fazlasının" iyi olduğu mesajıyla çevrelendiğimiz için bu gerçeği göz ardı ederiz. Kasıtlı olarak "hayır" demek, bazen fedakarlık gibi veya bir şeyleri kaçıracağımız korkusuyla karşılanabilir. Ancak acı ama gerçek olan şudur: Bir şeye "evet" dediğimizde, kaçınılmaz olarak başka bir şeye "hayır" demiş oluruz. Bu, karşı çıkabileceğimiz veya mantıkla geçiştirebileceğimiz bir görüş değil, hayatın ta kendisidir. Sınırlı Kaynaklar Dünyasında Bilinçli Seçimler Hayatlarımız sınırlıdır. Zamanımız, paramız, enerjimiz, dikkatimiz ve hatta yaşam alanımız bile sonsuz değildir. Her birinden sadece belirli bir miktara sahibiz ve bir kez kullanıldığında geri gelmezler. Bu nedenle, "evet" demeyi seçtiğimiz her şey, aynı zamanda başka bir şeyden vazgeçmeyi de içerir. Ekonomistlerin "fırsat maliyeti" olarak adlandırdığı bu kavram, aslında hayatımızın her alanında geçerlidir. Fırsat maliyeti, bir seçeneği tercih ettiğimizde vazgeçtiğimiz diğer en iyi alternatifin değeridir. Basitçe söylemek gerekirse, paranızı bir şeye harcadığınızda, o parayla alabileceğiniz diğer her şeye "hayır" demiş olursunuz. Bu sadece maddi kaynaklar için değil, zamanımız ve enerjimiz için de geçerlidir. Günlük Hayatta "Evet" ve "Hayır" Dengesi: Neleri Feda Ediyoruz? Her "evet"in bir "hayır" anlamına geldiği gerçeği, günlük hayatımızın her anında karşımıza çıkar: Maddi Kararlar:  İhtiyacımız olmayan bir şeyi satın almaya "evet" dediğimizde, belki de borçlarımızı ödemeye, birikim yapmaya veya cömertlik gösterme fırsatına "hayır" diyoruz. Zaman Yönetimi:  Yoğun bir takvimde yeni bir taahhüde "evet" demek, dinlenmeye, sevdiklerimizle vakit geçirmeye veya kişisel gelişimimize ayıracağımız zamana "hayır" demek anlamına gelebilir. Dijital Alışkanlıklar:  Sosyal medyada fazladan bir saat geçirmeye "evet" dediğimizde, bir kitap okumaya, doğada yürüyüş yapmaya veya derin bir sohbete "hayır" demiş olabiliriz. Eşya Biriktirme:  Kullanmadığımız eşyaları saklamaya "evet" demek, daha ferah ve düzenli bir yaşam alanına "hayır" demektir. İlişkiler ve Sınırlar:  Başkalarını memnun etmek için istemediğimiz bir şeye "evet" dediğimizde, kendi ihtiyaçlarımıza ve değerlerimize "hayır" demiş oluruz. Kendi yolumuzu seçmek yerine başkalarının beklentilerine göre hareket ederiz. Zihinsel Sağlık:  Sürekli olarak kendimizi başkalarıyla karşılaştırmaya "evet" dediğimizde, iç huzurumuza ve minnettarlığa "hayır" deriz. "Hayır" Demenin Gücü: Önceliklerinizi Belirleyin Her şeye "evet" demek, kısa vadede daha kolay gibi görünse de, uzun vadede hayatımızı bizi en önemli şeylerden uzaklaştıran gereksiz taahhütler ve karmaşayla doldurabilir. En büyük tehlike de budur. Hiçbirimiz her şeye yetişemeyiz ve her isteği karşılayamayız. Bu nedenle, neye "evet" diyeceğimize daha dikkatli karar vermek ve hangi durumlarda "hayır" veya "belki daha sonra" diyeceğimizi belirleyecek kişisel filtreler oluşturmak akıllıca olacaktır. "Hayır" demek, bencillik değil, aksine kendi sınırlarımızı ve önceliklerimizi bilmek ve onlara saygı duymaktır. Hayat, sınırlı kaynaklardan oluşur ve bu kaynakları en iyi şekilde kullanma fırsatı da bir o kadar değerlidir. Vereceğimiz her "evet"in, aynı zamanda bir "hayır"ı beraberinde getirdiğini unutmamalıyız. Bu bilinçle hareket etmek, gerçekten neye değer verdiğimizi anlamamıza ve hayatımızı bu değerler etrafında şekillendirmemize yardımcı olur. Neye "evet" dediğinize dikkat edin, çünkü her zaman başka bir şey "hayır" alır. Ve bu dengeyi doğru bir şekilde kurabilmek için sadece bir hayatımız var. Önceliklerinizi belirleyin, sınırlarınızı koruyun ve "evet"lerinizi gerçekten anlamlı olan şeyler için saklayın. Zeynep Derin Köseoğlu İletişim:   zeynepkoseoglu@ekolojikevim.com.tr

  • Tüketim Toplumunun Şifreleri: Jean Baudrillard'ın Çığır Açan Eseri Neden Hâlâ Güncel?

    Fransız sosyolog ve filozof Jean Baudrillard'ın 1970 yılında yayınlanan "La Société de consommation: ses mythes, ses structures" (Tüketim Toplumu: Mitleri, Yapıları) adlı eseri, modern kapitalist toplumların temel dinamiklerinden biri olan tüketimi mercek altına alan çığır açıcı bir çalışmadır. Baudrillard, bu kitabında tüketimin sadece temel ihtiyaçların karşılanması olmadığını, aksine karmaşık bir göstergeler, semboller ve sosyal farklılaşma sistemi olduğunu savunur. Peki, Baudrillard'ın eleştirileri günümüz dünyasında ne kadar geçerli ve bu kitap bize ne anlatıyor? İhtiyaçların Üretimi: Tüketim Nasıl Bir Arzuya Dönüşür? Baudrillard'a göre, tüketim toplumunda temel sorun ihtiyaçların karşılanması değil, tam tersine ihtiyaçların sürekli olarak üretilmesi ve yeniden tanımlanmasıdır. Reklamlar, medya ve popüler kültür aracılığıyla bireylere sürekli olarak yeni "ihtiyaçlar" sunulur. Bu ihtiyaçlar, genellikle gerçek bir gereksinimden ziyade, arzu edilen bir yaşam tarzının, statünün veya kimliğin sembolleri olarak işlev görür. Gösterge Değeri:  Nesneler, kullanım değerlerinin ötesinde bir "gösterge değeri" taşır. Bir araba sadece bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda sahibinin sosyal konumu, zevkleri ve başarısı hakkında bir mesaj iletir. Farklılaşma Arzusu:  Bireyler, tükettikleri nesneler aracılığıyla kendilerini diğerlerinden farklılaştırmaya çalışır. Bu durum, bitmek bilmeyen bir tüketim döngüsünü besler. Nesnelerin Dünyasında Anlam Arayışı: Tüketim ve Kimlik Baudrillard, tüketim toplumunda bireylerin kimliklerini giderek daha fazla tükettikleri nesneler üzerinden tanımladığını öne sürer. Sahip olunan eşyalar, giyilen kıyafetler, gidilen tatiller; tüm bunlar bireyin kendini ifade etme ve toplumsal bir yer edinme çabasının bir parçası haline gelir. Simülasyon ve Hipergerçeklik:  Baudrillard'ın ilerleyen çalışmalarında daha da geliştireceği simülasyon kavramının tohumları bu kitapta atılır. Tüketim nesneleri, gerçekliğin kendisinden daha "gerçek" ve arzu edilir bir kopyasını (simülakr) sunabilir. Mutluluk İdeolojisi:  Tüketim, mutluluğa giden bir yol olarak sunulur. Ancak Baudrillard, bu mutluluk vaadinin aslında sürekli bir tatminsizlik ve daha fazla tüketme arzusunu körüklediğini savunur. Tüketim Toplumunun Mitleri ve Yapıları: Sistemin İşleyişi Baudrillard, kitabında tüketim toplumunu ayakta tutan çeşitli mitleri ve yapıları analiz eder: Eşitlik Miti:  Tüketim, herkese eşit fırsatlar sunduğu yanılsamasını yaratır. Herkesin belirli ürünlere erişebileceği düşüncesi, altta yatan sınıfsal farklılıkları ve eşitsizlikleri gizler. Bolluk Miti:  Sürekli olarak yeni ürünlerin piyasaya sürülmesi, bir bolluk ve refah yanılsaması yaratır. Ancak bu bolluk, aynı zamanda israfı ve kaynakların tükenmesini de beraberinde getirir. Bireysellik Miti:  Tüketim, bireylerin kendi özgün tercihlerini yaptıklarını ve benzersiz olduklarını düşünmelerini sağlar. Oysa Baudrillard, bu tercihlerin büyük ölçüde sistem tarafından yönlendirildiğini iddia eder. "Tüketim Toplumu"nun Günümüzdeki Yankıları: Dijital Çağ ve Yeni Tüketim Biçimleri Baudrillard'ın "Tüketim Toplumu" adlı eseri yarım asır önce yazılmış olmasına rağmen, günümüz dünyasını anlamak için hâlâ şaşırtıcı derecede günceldir. Sosyal Medya ve Gösteriş Tüketimi:  Instagram, TikTok gibi platformlar, Baudrillard'ın bahsettiği gösterge değerini ve farklılaşma arzusunu en üst seviyeye taşımıştır. Yaşam tarzları, deneyimler ve sahip olunanlar sürekli olarak sergilenir. Influencer Kültürü:  Influencer'lar, yeni "ihtiyaçları" ve tüketim trendlerini belirlemede önemli bir rol oynar. Kişiselleştirilmiş Reklamcılık:  Algoritmalar aracılığıyla bireylerin tüketim alışkanlıkları analiz edilir ve onlara özel reklamlar sunularak tüketim arzusu sürekli canlı tutulur. Hızlı Moda ve Kullan-At Kültürü:  Sürdürülebilirlik tartışmalarının odağında yer alan hızlı moda, Baudrillard'ın eleştirdiği geçicilik ve sürekli yenilenme arzusunun bir yansımasıdır. Eleştiriler ve Katkılar: Baudrillard'ın Mirası Baudrillard'ın teorileri, zaman zaman karamsar veya aşırı genellemeci bulunarak eleştirilmiştir. Ancak, tüketimin toplumsal ve kültürel boyutlarını analiz etme biçimi, sosyoloji, kültürel çalışmalar ve medya teorisi gibi alanlarda derin izler bırakmıştır. "Tüketim Toplumu", modern yaşamın karmaşıklığını ve bireyin bu sistem içindeki konumunu sorgulamak için güçlü bir entelektüel araç sunmaya devam etmektedir. Jean Baudrillard'ın "Tüketim Toplumu", bizi kendi tüketim alışkanlıklarımızı, ihtiyaçlarımızın kaynağını ve nesnelerle kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmeye davet eder. Bu kitap, tüketimin sadece ekonomik bir faaliyet olmadığını, aynı zamanda derin kültürel, psikolojik ve politik anlamlar taşıdığını gösterir. Günümüzün hiper-tüketim çağında, Baudrillard'ın eleştirel perspektifi, anlamlı bir yaşam arayışımızda bize yol gösterebilecek önemli bir fener olmaya devam ediyor.

  • EE Sözlük: Biyokütle Enerjisi Nedir?

    📌 1 – Biyokütle Enerjisi Nedir? Biyokütle enerjisi, organik atıklardan yani bitkisel ve hayvansal kaynaklı materyallerden elde edilen yenilenebilir bir enerji türüdür. Ağaç dalları, mısır sapları, hayvansal gübre, odun atıkları ve hatta gıda artıkları gibi biyolojik maddeler yakılarak ya da özel işlemlerden geçirilerek elektrik, ısı veya yakıt üretiminde kullanılır. Fosil yakıtlara alternatif olan bu enerji türü, doğada zaten var olan karbon döngüsünü kullanarak çevre dostu bir çözüm sunar. 📌 2 – Biyokütle Enerjisinin Faydaları Biyokütle enerjisi, atıkları değerlendirme imkânı sunarak çevre kirliliğini azaltır ve aynı zamanda enerji üretiminde karbon nötr bir alternatif yaratır. Yerel üretime olanak sağladığı için enerji bağımsızlığını artırır ve kırsal kalkınmayı destekler. Doğru yöntemlerle kullanıldığında sürdürülebilir bir enerji seçeneğidir ve fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaltır. 📌 3 – Biyokütle Enerjisinin Kaynakları Tarım atıkları, orman ürünleri, hayvansal atıklar, belediye organik atıkları ve özel enerji bitkileri biyokütle enerjisinin temel kaynaklarıdır. Bu kaynaklar doğrudan yakılarak ya da biyogaz, biyodizel, biyobutanol gibi yakıt türlerine dönüştürülerek kullanılabilir. Kaynağın türüne göre farklı enerji dönüşüm teknolojileri tercih edilir.

  • Yeni Statü Simgesi: Düşük Karbon Ayak İzi

    Annemin eskiden sakladığı düğmeler vardı, teneke bir kutuda. Her biri başka bir gömleğin, kazağın, bazısı artık olmayan bir ceket yakasının hatırasıydı. Bugün düşünüyorum da o kutuya baktığımda aslında, yalnızca düğmeleri değil; sabrı, onarmayı, eldekiyle yetinmeyi görmüşüm. O kutu belki de benim ilk “sürdürülebilirlik eğitimi”mmiş aslında. Şimdi sorsalar, "lüks nedir?" diye o kutuyu göstererek derim ki: “Şu kutuyu hâlâ saklayabilmek.” Lüksün Yeni Biçimi: Sessiz, Sade ve Sorumlu Geleneksel anlamda lüks; erişilmesi zor olan, gösterişli ve fazlayla tanımlanırdı. Geniş evler, uzak seyahatler, marka etiketleri… Ancak şimdi, tanım yer değiştirdi. Yeni bir çağın eşiğindeyiz. Gösteriş değil, etki; bolluk değil, bilinç değerli artık. Statü, neye sahip olduğumuzla değil, neyi bilinçli olarak seçmediğimizle ölçülüyor. Bu dönüşümü belki de en sade hâliyle Minimalism: A Documentary About the Important Things  adlı belgesel anlatıyor. Orada karşımıza çıkan iki adam çok şeyi geride bırakıp azla yaşamayı seçerken, bizlere sessizce şu soruyu soruyor: Gerçekten sahip olduğumuz ne? Bu yeni statü dilinde, sessizlik bir sembol. Az eşya, az tüketim, ama yüksek farkındalıkla örülü bir yaşam… Ve bu farkındalık, sadece bireysel bir seçim değil; aynı zamanda bir iletişim biçimi. Çünkü nasıl yaşadığımız, kim olduğumuzu artık sözlerden çok daha fazla anlatıyor. Karbon Ayak İzi: Yeni Zenginlik Ölçüsü mü? Sade yaşam, yalnızca minimal estetik değil; gezegene daha az yük bırakmakla da ilgili. Düşük karbon ayak izi, artık bir bilinç göstergesi. Yani sessiz ama güçlü bir mesaj: "Ben dünyayla uyum içinde yaşıyorum." Kurumsal iletişimde bu dönüşüm net biçimde izleniyor. Artık şirketlerin ‘lüks’ yatırımları şeffaf tedarik zincirleri, karbon salınımını azaltma/denkleştirme projeleri ya da çalışan refahı üzerine. Kurumsal marka değerinin ölçüsü, yalnızca finansal tablolarla değil; sürdürülebilirlik taahhütleriyle de belirleniyor. Lider iletişiminde de benzer bir geçiş söz konusu. Güçlü liderlik artık gösterişli ofisler, uçak pozları ya da kalabalık sunum salonlarından değil; sade bir masa, dikkatle seçilmiş birkaç cümle ve en önemlisi davranışla inşa ediliyor. Sessiz liderliği ben etrafı tüketmeden, etki yaratma sanatı olarak tanımlıyorum. Tüketmeyen, Anlam Yaratan İmaj Kişisel markalaşmanın da bu eksende evrildiğini görüyoruz. Günümüzün itibarlı insanı; çok giyinen, çok gezen ya da çok satın alan değil. Onun yerine: sade yaşayan, yerel üreticiyi destekleyen, ihtiyaçtan fazlasını almayarak görünmeyen izler taşıyan biri. Bu bağlamda Baudrillard’ın Tüketim Toplumu  eserinde sorduğu sorular hâlâ geçerliliğini koruyor: “Tüketirken aslında neyi satın alıyoruz? Bir nesne mi, yoksa bir kimlik mi?” Bu soruların cevabı artık raflarda değil; davranışlarımızda gizli. Görünmeyen Etkiler, Gerçek Lüks The True Cost  belgeseli bize bunu çarpıcı şekilde hatırlatıyor. Bir tişört, sadece kumaş ve iplik değil; su, enerji, emek, adalet, denge ve bazen de yoklukla dokunuyor. Yeni statü, bu görünmeyeni görebilme yetisinde yatıyor. Sadelik burada yalnızca estetik değil; etik bir pozisyon. Bazen bir şey almamak, bir şey söylememek ya da bir şeyi yapmamak çok daha fazlasını anlatıyor. Sürdürülebilirlik, sıradanın içinde saklı olan hakikatin izini sürdüğümüzde, yeni değerlerin ne kadar sessiz ama ne kadar güçlü olduğunu bize gösteriyor. Ve toplumsal dönüşüm, bireyin iç sesiyle başlıyor. Son Söz: Bir İz mi, Bir İzlenim mi? Yeni statü simgeleri artık sessiz. Ama bu sessizlikte büyük bir çağrı var: Sadeleş, yavaşla, düşün.  Ne tükettiğini değil, neye katkı sunduğunu hatırla. Bu yazı, düğme kutusunun başında yazıldı belki. Ama asıl sorusu şu: Sen dünyada ne bırakmak istiyorsun? Bir iz mi, bir izlenim mi? Emine Karaoğlu İletişim:   eminekaraoğlu @ekolojikevim.com.tr

  • Çocukların Çalınan Geleceği: 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü ve Türkiye

    Her yıl 12 Haziran, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından dünya genelinde çocuk işçiliğine dikkat çekmek, bu sorunun ortadan kaldırılması için farkındalık yaratmak ve acil eylem çağrısında bulunmak amacıyla "Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü" olarak anılmaktadır. Bu önemli gün, milyonlarca çocuğun eğitimden, sağlıktan, oyundan ve en temel haklarından mahrum bırakılarak çalıştırıldığı gerçeğiyle yüzleşmemiz için bir fırsattır. Çocuk İşçiliği Nedir? Sadece Çalışmak mı, Yoksa Bir Hak İhlali mi? Çocuk işçiliği, çocukların çocukluklarını yaşamalarını engelleyen, potansiyellerini ve saygınlıklarını zedeleyen, fiziksel ve zihinsel gelişimlerine zararlı olan her türlü iş olarak tanımlanır. Bu, sadece okula gitmelerini engellemekle kalmaz, aynı zamanda onları tehlikeli koşullara maruz bırakabilir ve geleceklerini karartabilir. Çocukların gelişimlerine uygun, hafif ve eğitimlerini aksatmayan işler bu tanımın dışında kalsa da, sömürüye açık her türlü çalışma çocuk işçiliği kapsamına girer. Türkiye'de Çocuk İşçiliğinin Mevcut Durumu: Rakamlar Ne Söylüyor? Türkiye'de çocuk işçiliği, maalesef görmezden gelinemeyecek boyutlarda önemli bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan veriler ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarının raporları, bu acı tablonun ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Türkiye nüfusunun yaklaşık %25,5'ini oluşturan, yani 22.2 milyon civarındaki 0-17 yaş arası çocukların önemli bir kısmı, ne yazık ki çocukluklarını yaşamak yerine çalışma hayatının zorluklarıyla erken yaşta tanışmaktadır. TÜİK'in 2024 yılı verilerine göre, özellikle 15-17 yaş grubundaki çocukların işgücüne katılım oranı endişe verici bir şekilde %24,9'a yükselmiş durumdadır. Bu oran, her 4 çocuktan 1'inin çalıştığı anlamına gelmekte olup, özellikle erkek çocuklarda bu oran %35,6'ya kadar çıkarken, kız çocuklarında ise %13,7 seviyesindedir. Daha önceki yıllara ait "İstatistiklerle Çocuk 2023" raporunda da 15-17 yaş grubunda işgücüne katılımın %22,1'e (erkeklerde %32,2, kızlarda %11,5) yükseldiği belirtilmişti. Bu artış, sorunun giderek derinleştiğini göstermektedir. Resmi rakamlara göre, 5-17 yaş arası çocuk nüfusunun en az %4,4'ü, yani yaklaşık 720.000 çocuk çalışmaktadır. Ancak bu sayının, sığınmacı çocukları kapsamadığı ve gerçek tablonun çok daha vahim olabileceği unutulmamalıdır. Çalışan çocukların sektörel dağılımına bakıldığında ise, yaklaşık %45-46'sının hizmet sektöründe (özellikle sokakta ve küçük işletmelerde), %30-31'inin tarımda ve %23-24'ünün sanayi/imalat (özellikle KOBİ'ler) sektörlerinde yoğunlaştığı görülmektedir. UNICEF, resmi istatistiklere dahil edilmeyen mülteci çocuklar arasında çocuk işçiliğinin yaygın olduğunu özellikle vurgulamaktadır. Aile yoksulluğu, yetersiz sosyal koruma mekanizmaları ve kayıt dışı ekonominin yaygınlığı, çocuk işçiliğinin temel nedenleri arasında gösterilmektedir. Özellikle Şanlıurfa ve Gaziantep gibi illerde yüz binlerce sığınmacı çocuğun, düşük ücretlerle ve zor koşullarda, özellikle tarım sektöründe çalışmak zorunda kaldığı bilinmektedir. Çocuk işçiliğinin en trajik sonuçlarından biri de maalesef iş cinayetleridir. 2013-2024 yılları arasında en az 742 çocuk, çalışırken hayatını kaybetmiştir. Bu çocukların 234'ü 0-14 yaş grubunda, 437'si ise 15-17 yaş grubundadır. Sadece 2023-2024 ders yılında ise İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) raporuna göre 66 çocuk işçi hayatını kaybetmiş; bu ölümlerin 24'ü tarım, 17'si sanayi, 13'ü inşaat ve 12'si hizmet sektöründe gerçekleşmiştir. Adana'da 12 yaşındaki Suriyeli bir çocuğun ölümü gibi, resmi kayıtlara tam olarak yansımayan vakaların da olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK ve İSİG gibi kuruluşların resmi olmayan tahminlerine göre ise, Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) öğrencileri, mevsimlik tarım işçisi çocuklar ve sığınmacı çocuklar da hesaba katıldığında, Türkiye'deki toplam çocuk işçi sayısının 2 ila 3,5 milyon arasında olabileceği tahmin edilmektedir. Bu durum, sorunun resmi rakamların çok ötesinde bir boyutta olduğunu göstermektedir. Çocuk İşçiliğinin Temel Nedenleri: Yoksulluktan Eğitimsizliğe Uzanan Bir Zincir Çocuk işçiliğinin altında yatan pek çok karmaşık neden bulunmaktadır: Yoksulluk ve Gelir Eşitsizliği:  Ailelerin geçim sıkıntısı ve yoksulluk, çocukların erken yaşta çalışmak zorunda kalmasının en temel nedenlerinden biridir. Eğitime Erişimin Kısıtlı Olması ve Kalitesizliği:  Okula devam etmenin maliyeti, okulun uzaklığı veya eğitimin kalitesizliği, ailelerin çocuklarını okul yerine işe göndermeyi tercih etmesine yol açabilir. Toplumsal ve Kültürel Faktörler:  Bazı toplumlarda çocukların erken yaşta çalışmaya başlaması normal karşılanabilmekte veya bir gelenek olarak görülebilmektedir. Göç ve Yerinden Edilme:  Özellikle mülteci ve sığınmacı çocuklar, ekonomik zorluklar ve sosyal güvencesizlik nedeniyle çocuk işçiliğine karşı daha savunmasızdır. Yasal Mevzuatın Yetersizliği ve Denetim Eksikliği:  Çocuk işçiliğini önlemeye yönelik yasaların yetersizliği veya etkin bir şekilde uygulanmaması, sorunun devam etmesine neden olabilir. Çocuk İşçiliği ile Mücadelede Neler Yapılabilir? Toplumsal Bir Sorumluluk Çocuk işçiliğinin önlenmesi, sadece devletin değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak sorumluluğudur: Güçlü Yasal Düzenlemeler ve Etkin Denetim:  Çocuk işçiliğini yasaklayan ve ağır yaptırımlar getiren yasaların çıkarılması ve bu yasaların etkin bir şekilde uygulanması şarttır. Eğitime Erişimin Artırılması ve Kalitesinin Yükseltilmesi:  Özellikle kız çocukları başta olmak üzere tüm çocukların kesintisiz ve kaliteli eğitime erişimi sağlanmalıdır. Mesleki eğitim programları da çocukların riskli işlerden uzak tutulmasına yardımcı olabilir. Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Destek Programları:  Ailelere yönelik sosyal yardım programları, gelir desteği ve istihdam olanakları yaratılması, çocukların çalışmak zorunda kalmasını engelleyebilir. Farkındalık ve Bilinçlendirme Çalışmaları:  Toplumun tüm kesimlerinin çocuk işçiliğinin zararları konusunda bilinçlendirilmesi, toplumsal bir duyarlılık oluşturulması önemlidir. İş Dünyasının Sorumluluğu:  Şirketlerin tedarik zincirlerinde çocuk işçi çalıştırılmadığından emin olmaları ve etik üretim standartlarına uymaları gerekmektedir. Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü:  STK'lar, çocuk işçiliğiyle mücadelede savunuculuk, izleme ve mağdur çocuklara destek sağlama konularında önemli bir rol oynarlar. Uluslararası İşbirliği:  Çocuk işçiliği küresel bir sorun olduğu için uluslararası düzeyde işbirliği ve ortak politikalar geliştirilmesi önemlidir. Her Çocuğun Güvenli Bir Gelecek Hakkı Var! 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü, bize her çocuğun eğitim alma, oyun oynama ve güven içinde büyüme hakkı olduğunu bir kez daha hatırlatmalıdır. Çocuk işçiliği, sadece bir ekonomik sorun değil, aynı zamanda temel bir insan hakları ihlalidir. Bu soruna karşı duyarsız kalmak, gelecek nesillerin potansiyelini yok saymak demektir. Hep birlikte, bilinçli adımlar atarak ve sorumluluk alarak çocukların omuzlarındaki bu ağır yükü kaldırabilir, onlara daha aydınlık bir gelecek sunabiliriz. Unutmayalım ki, çocukların yeri okulları ve oyun alanlarıdır, tehlikeli işyerleri değil.

  • Yeni Bir Lüks Tanımı Mümkün mü?Azla Yetinmenin Estetiği Üzerine Düşünceler

    “Zenginlik, sahip olduklarımızla değil; vazgeçebildiklerimizle ölçülmeli.” - Zygmunt Bauman Küresel sistemler tıkanırken, gezegenin taşıma kapasitesi zorlanırken ve insan yaşamı artan bir hızla tüketim temelli bir krize sürüklenirken, “lüks” kavramı hiç olmadığı kadar tartışmalı bir hâl aldı. Lüks, bugün hâlâ çoğunlukla fazla olanla, erişilmesi zor olanla, gösterişle anılıyor. Oysa asıl soruyu uzun süredir sormuyoruz: Yeni bir lüks tanımı mümkün mü? Lüksün Monologdan Diyaloğa Evrimi Geçmişte lüks, bir anlatıydı. Versay Sarayı'nın altın yaldızlı kapılarında, bir Chanel defilesinin sessizliğinde veya Michelin yıldızlı bir restoranda tabakla kurulan estetik ilişki de bu anlatının parçalarıydı. Bu anlatılar, çoğunlukla sessizdi ama çok şey söylerdi: statü, erişim, ayrıcalık. Bugünse başka bir şey mümkün. Yeni nesil, lüksü artık bir "monolog" değil, bir "diyalog" olarak kuruyor. Kimin emeğiyle üretildi bu kumaş? Bu tabak nereye ait? Bu tasarımın doğaya maliyeti nedir? Artık sorular, lüksü yalnızca estetik değil, etik olarak da sınamaya başladı. Jean Baudrillard’ın Tüketim Toplumu kitabı sizlere bu noktada ilginç bir arka plan sunabilir. Baudrillard, modern toplumda tüketimin yalnızca ihtiyaçla değil, semboller ve statüler üzerinden işlediğini anlatır.   Sadeliğin Derinliği Azla yetinmenin bir eksiklik değil, bir bilgelik olduğu fikri, elbette yeni değil. Japon kültüründeki wabi-sabi anlayışı, kusurlunun ve geçicinin güzelliğine duyulan hayranlıkla minimalizmi buluşturur. Burada lüks, mükemmelin değil; gerçek olanın peşindedir . Aynı şekilde, slow living akımı da “fazladan” değil, “anlamlı olan” üzerinden bir yaşam kurar. Bir şeyin çok olması değil, onunla nasıl ilişki kurduğumuz belirleyicidir. Bu, tüketimle değil; dikkatle, özenle yaşamak demektir. Bu yaklaşımda lüks, zamanı yavaşlatmaktır. Kalabalıktan çekilmek, düşünceye yer açmak, hikâyesi olan nesnelerle yaşamak, bir fincan kahveyi hızlıca içmek değil; onunla oturmak ve varlığını fark etmektir. Tüketimden Anlama Geçiş Pierre Bourdieu’nün kültürel sermaye tanımı, insanların sınıfsal konumlarını yalnızca ekonomik değil, estetik tercihleriyle de kurduklarını söyler. Ancak bugünün lüks anlayışı, bu sermayeyi sessizce yerle bir ediyor. Çünkü artık yeni lüks “anlam üretme yeteneği”. Ne kadar çok şeye sahip olduğumuz değil, kaç nesneyle sahici bir ilişki kurabildiğimiz önemli. Bu bağlamda lüks, nicelik değil, nitelikmeselesi. Üstelik yalnızca nesneler için değil: ilişkilerimiz, sohbetlerimiz, yürüyüş yaptığımız yollar, hatta tükettiğimiz bilgi için de bu geçerli. Ludwig Mies van der Rohe’nin dediği gibi “Az, çoktan fazladır.” Ama bu “az”, yalnızca daha az eşya değil; daha çok bilinç, daha çok dikkat, daha az gürültü demektir.   Yeni Lüks: Özen Tüm bunlar bağlamında benim için lüks, artık şunu ifade ediyor: • Mevsiminde ve yerel üretimle yapılmış bir öğün. • Yağmurdan sonra kokan bir toprak. • Kalabalıktan arınmış bir pazar sabahı. • Sessizliğe gömülmüş bir okuma anı. • Geri dönüştürülmüş ama ruhu olan bir kumaş. • Ve en önemlisi: özen. Çünkü içinde özen barınmayan hiçbir şey, gerçek anlamda lüks olamaz. Bu konuları daha görsel ve çarpıcı bir şekilde deneyimlemek isterseniz, Andrew Morgan’ın yönettiği The True Cost belgeseline göz atmanızı öneririm. Moda endüstrisinin görünmeyen yüzünü, özellikle de "lüks" tanımının ne kadar kırılgan olduğunu düşündürücü bir şekilde gözler önüne seriyor.   Sadeleşmek Cesaret İster Azla yetinmek, sanıldığı gibi “çekilmek” değil; derinleşmektir. Gösterişli olanın arkasındaki boşluğu fark edebilecek kadar yavaşlamak; sahip olmayı değil, temas kurmayı yüceltecek kadar incelmek gerekir. Yeni lüks, belki de en eski bilgiyle yeniden tanışmak: Yaşam, daha fazlasında değil daha anlamlı olanda saklı. Annemin eskiden sakladığı düğmeler vardı, teneke bir kutuda. Her biri başka bir gömleğin, kazağın, bazısı artık olmayan bir ceket yakasının hatırasıydı. Bugün düşünüyorum da o kutuya baktığımda aslında, yalnızca düğmeleri değil; sabrı, onarmayı, eldekiyle yetinmeyi görmüşüm. O kutu belki de benim ilk “sürdürülebilirlik eğitimi”mmiş aslında. Şimdi sorsalar, "lüks nedir?" diye o kutuyu göstererek derim ki: “Şu kutuyu hâlâ saklayabilmek.” Lüksün Yeni Biçimi: Sessiz, Sade ve Sorumlu Geleneksel anlamda lüks; erişilmesi zor olan, gösterişli ve fazlayla tanımlanırdı. Geniş evler, uzak seyahatler, marka etiketleri… Ancak şimdi, tanım yer değiştirdi. Yeni bir çağın eşiğindeyiz. Gösteriş değil, etki; bolluk değil, bilinç değerli artık. Statü, neye sahip olduğumuzla değil, neyi bilinçli olarak seçmediğimizle ölçülüyor. Bu dönüşümü belki de en sade hâliyle Minimalism: A Documentary About the Important Things  adlı belgesel anlatıyor. Orada karşımıza çıkan iki adam çok şeyi geride bırakıp azla yaşamayı seçerken, bizlere sessizce şu soruyu soruyor: Gerçekten sahip olduğumuz ne? Bu yeni statü dilinde, sessizlik bir sembol. Az eşya, az tüketim, ama yüksek farkındalıkla örülü bir yaşam… Ve bu farkındalık, sadece bireysel bir seçim değil; aynı zamanda bir iletişim biçimi. Çünkü nasıl yaşadığımız, kim olduğumuzu artık sözlerden çok daha fazla anlatıyor. Karbon Ayak İzi: Yeni Zenginlik Ölçüsü mü? Sade yaşam, yalnızca minimal estetik değil; gezegene daha az yük bırakmakla da ilgili. Düşük karbon ayak izi, artık bir bilinç göstergesi. Yani sessiz ama güçlü bir mesaj: "Ben dünyayla uyum içinde yaşıyorum." Kurumsal iletişimde bu dönüşüm net biçimde izleniyor. Artık şirketlerin ‘lüks’ yatırımları şeffaf tedarik zincirleri, karbon salınımını azaltma/denkleştirme projeleri ya da çalışan refahı üzerine. Kurumsal marka değerinin ölçüsü, yalnızca finansal tablolarla değil; sürdürülebilirlik taahhütleriyle de belirleniyor. Lider iletişiminde de benzer bir geçiş söz konusu. Güçlü liderlik artık gösterişli ofisler, uçak pozları ya da kalabalık sunum salonlarından değil; sade bir masa, dikkatle seçilmiş birkaç cümle ve en önemlisi davranışla inşa ediliyor. Sessiz liderliği ben etrafı tüketmeden, etki yaratma sanatı olarak tanımlıyorum. Tüketmeyen, Anlam Yaratan İmaj Kişisel markalaşmanın da bu eksende evrildiğini görüyoruz. Günümüzün itibarlı insanı; çok giyinen, çok gezen ya da çok satın alan değil. Onun yerine: sade yaşayan, yerel üreticiyi destekleyen, ihtiyaçtan fazlasını almayarak görünmeyen izler taşıyan biri. Bu bağlamda Baudrillard’ın Tüketim Toplumu  eserinde sorduğu sorular hâlâ geçerliliğini koruyor: “Tüketirken aslında neyi satın alıyoruz? Bir nesne mi, yoksa bir kimlik mi?” Bu soruların cevabı artık raflarda değil; davranışlarımızda gizli. Görünmeyen Etkiler, Gerçek Lüks The True Cost  belgeseli bize bunu çarpıcı şekilde hatırlatıyor. Bir tişört, sadece kumaş ve iplik değil; su, enerji, emek, adalet, denge ve bazen de yoklukla dokunuyor. Yeni statü, bu görünmeyeni görebilme yetisinde yatıyor. Sadelik burada yalnızca estetik değil; etik bir pozisyon. Bazen bir şey almamak, bir şey söylememek ya da bir şeyi yapmamak çok daha fazlasını anlatıyor. Sürdürülebilirlik, sıradanın içinde saklı olan hakikatin izini sürdüğümüzde, yeni değerlerin ne kadar sessiz ama ne kadar güçlü olduğunu bize gösteriyor. Ve toplumsal dönüşüm, bireyin iç sesiyle başlıyor. Son Söz: Bir İz mi, Bir İzlenim mi? Yeni statü simgeleri artık sessiz. Ama bu sessizlikte büyük bir çağrı var: Sadeleş, yavaşla, düşün.  Ne tükettiğini değil, neye katkı sunduğunu hatırla. Bu yazı, düğme kutusunun başında yazıldı belki. Ama asıl sorusu şu: Sen dünyada ne bırakmak istiyorsun? Bir iz mi, bir izlenim mi? Emine Karaoğlu İletişim:   eminekaraoğlu @ekolojikevim.com.tr

  • Sanat, Hayata Katılmaktır

    Hayatın içinden geçerken hepimiz kendimize bir yol arıyoruz. O yolların bazen kıvrıldığı, bazen dümdüz uzandığı yerlerde sanatla karşılaşıyoruz. Bazen bir tiyatro perdesinin aralanmasında, bazen dans eden bir bedenin hareketlerinde, bazen de sinema perdesinde gözümüzü kırpmadan izlediğimiz bir sahnede…  Sanat, kelimelere dökemediklerimizi başka bir dille anlatıyor. Herkesin anlayabileceği bir dille değil ama hissedebileceği bir dille. Belki de bu yüzden bu kadar derinden bağlıyız ona. Tiyatro ile başlayayım. Tiyatro, benim için zamanın durduğu yer gibi. Sahnedeki oyuncunun her mimiğinde, her tonlamasında başka bir dünyaya geçiş yapıyorum sanki. Perde açıldığında sadece bir hikaye anlatılmıyor bana; duygular, çelişkiler, insanlar, zaman, hatta bazen ben anlatılıyorum.  Seyircilerle birlikte nefes almak, aynı anda gülmek ya da birden gözlerimizin dolması. O ortaklık çok etkileyici. Çünkü gerçek hayatta bazen yalnız olduğumuzu hissediyoruz ama tiyatroda bir duygunun tam ortasında buluşabiliyoruz. Photo by   Aneta Pawlik  on   Unsplash Sinema ise başka bir alan. Kocaman bir perde, karanlık bir salon, dış dünya tamamen kapanıyor ve sen sadece o hikayeye dahil oluyorsun. Sinemada zaman başka akıyor. Düşünsene, bir saat içinde bir ömrü izleyebiliyorsun. İlk sahnede çocuk olan karakter, bir anda yaşlanmış oluyor mesela. Sadece bir an, içinde öyle çok şey taşıyor ki…  Bazı filmler var, izledikten sonra insanın içinde bir şey değişiyor, büyüyor, olgunlaşıyor. Sadece bir sahne, zihninde yıllarca yerini koruyor. Sanki o sahne senin hayatına aitmiş gibi. Etkilendiğin o filmi belli aralıklarla tekrar tekrar izlemek ise oldukça anlamlı ve kıymetli. Sanki bir zaman makine gibi hissettiğin o ilk duyguya, ilk ana seni götürüyor. Photo by   Ahmad Odeh  on   Unsplash Dans… Bedenin diliyle konuşmak gibi. Müzik başlayınca başka bir anlatım biçimi giriyor devreye. Söz yok ama duygu var. Bazen bir adım, bir dönüş, bir ritim insanın kalbinin derinliklerine dokunuyor. Dans eden biriyle aynı dili konuşmuyor olabilirsin ama onun ne hissettiğini anlayabiliyorsun.  Dans, bedenin dürüstlüğüyle iletişim kurmak gibi. Çünkü yalan söyleyemezsin dans ederken. Ne hissediyorsan o çıkar ortaya. Özgürlük gibi. Bedenini olduğu gibi ortaya koyuyorsun. Ruhu özgürleştiren bir sanat bu bence. Sanatın böyle bir gücü var işte. Hayatın kendisi gibi karmaşık ama bir o kadar da sade. İçinde acıyı da barındırır neşeyi de. Belki de bu yüzden sanatla uğraşan insanlar daha hassas, daha farkında, daha "bakmayı bilen" insanlar oluyor. Çünkü bir sahnenin, bir melodinin, bir figürün ne kadar güçlü olabileceğini biliyorlar.  Biliyor musun? Bu farkındalık bulaşıcı. Bir tiyatro oyununu izledikten sonra dünyaya daha farklı gözlerle bakabilirsin. Bir dans gösterisinden sonra içinden bir coşku yükselir, yürüyüşün bile değişir. Sanat böyle bir şey. Hayatı seyretmek değil, ona katılmak gibi. Peki bu bağ nasıl kuruluyor bizle? Yani neden bazı sahneler bizi alıp götürüyor, bazı melodiler ruhumuza yerleşiyor, bazı danslar içimizde bir yerlere dokunuyor? Çünkü hepimizin içinde anlatılamamış duygular var. Sanat, onları bizim adımıza ifade ediyor.  Bizim söyleyemediklerimizi söylüyor, gözümüzden kaçanları gösteriyor, içimizden geçenleri bir biçime sokuyor. Belki de bu yüzden hepimiz zaman zaman sanata yöneliyoruz. İzleyici olarak ya da bizzat yaparak… Çünkü orada bir rahatlama, bir anlam arayışı, hatta bazen bir iyileşme var. Sanatın etkisi herkeste aynı değil, sanatla kurduğumuz bağ çok kişisel. Etkilenmemek neredeyse imkansız. Çünkü insanın özüyle temas ediyor. Kalbinin, zihninin, bedeninin tam ortasında bir yere dokunuyor. Bence en güzel yanı şu, " Sanat bizi susturmuyor, aksine konuşmaya, anlatmaya, paylaşmaya teşvik ediyor".  Tiyatrodan çıkan insanların tartıştığını görmüşsündür belki. Film izledikten sonra sabaha kadar o karakterleri konuşmak isteriz. Bir dans gösterisinden sonra içimizde bir şey harekete geçer ve biz de bir şey yapmak isteriz.  Yazmak, çizmek, anlatmak… Sanat, başka bir şey üretmeye çağırıyor bizi. O yüzden yalnızca izlemekle kalmıyoruz. Katılıyoruz. Katıldıkça da daha çok hissediyoruz. Photo by   Debby Hudson  on   Unsplash Sanat dediğimiz şey sadece sahnede ya da perdede olanla sınırlı değil. Bazen bir kalemin ucunda da sanat başlar. Yazmak mesela… Ne büyük bir rahatlama bazen. İçini kimseye anlatamazsın ama bir deftere yazarken tüm duygular dökülür. Bir cümleyle insan kendi içini açabilir, bir kelimeyle çocukluğuna dönebilir.  Yazmak, düşüncelerini toparlamak değil sadece; aynı zamanda kendiyle sohbet etmek gibi. Kimse okumasa bile sen yazarsın çünkü içinde bir şey anlatılmak ister. Yazı, duygulara ses veren bir sanat bence. Hem de en derin, en kişisel olanı. Photo by   Andrian Valeanu  on   Unsplash Bir de resim yapmak var. Renklerin dili, fırçanın ucundaki özgürlük. Hiç konuşmadan, hiç kelime kullanmadan da anlatabiliyorsun kendini. Bir resmi anlayabilmek için bazen sadece kalbinin açık olması yeterli. Çizgiler, lekeler, renk geçişleri… Her biri bir duyguyu, bir anıyı taşıyabilir. Bazen öfke akar tuvale, bazen hüzün bazen umut.  En güzeli, kuralı yok. Güzel çizmek ya da kusursuz renk seçmek zorunda değilsin. İçinden ne geliyorsa onu resmediyorsun. Belki de bu yüzden resim yapmak insana iyi geliyor. Çünkü içte bastırılan ne varsa, bir şekilde kendine çıkış yolu buluyor. Yazmak ve resim yapmak bana kalırsa sadece üretmekle ilgili değil. Aynı zamanda bir tür iyileşme. İçinde biriken ne varsa, o eylemle birlikte yavaş yavaş çözülüyor sanki. Kimi insan acısını yazarak atlatır, kimi huzurunu renklerde bulur.  Sanatın bu yönü bambaşka. Seyirci değil, yaratıcı olduğunda daha da güçlü hissediyorsun. Çünkü sadece bir şey anlatmıyorsun, kendini oluşturuyorsun yeniden. Bu yüzden herkesin bir şekilde sanatla buluşması gerektiğini düşünüyorum. Profesyonel olmana gerek yok, yeter ki duygunla temas et. Kalem tut, fırça al, kelimelerle ya da çizgilerle içini konuşur hale getir. Zaten insan, en çok orada kendine yaklaşır. Bazen diyorum ki, belki de hayatın ritmini gerçekten hissetmenin yolu sanatın içinden geçiyor. Kendimizi anlamanın, başkasını tanımanın, duygularımızı ifade etmenin en güçlü yollarından biri. Sadece izleyici kalsak bile o bağ kuruluyor. Belki de o bağ sayesinde hayat biraz daha anlamlı geliyor bize. Senin ruhuna hangi renk dokunuyor? Hangi nota seni sarıyor sessizce? Hangi sahneyi veya repliği yıllar geçmesine rağmen hala hatırlıyorsun? Yüreğinin izini bizimle paylaşmak ister misin? Belki senin yolculuğun, bir başkasına ışık olur 💜  Mutlulukla kalın :)  Gizem Görhan Yağmur İletişim:   gizemgorhanyagmur@ekolojikevim.com.tr

  • Japon Yürüyüşü": Kalp Sağlığınız İçin Bu Düşük Etkili Fitness Hilesini Deneyin!

    Sağlıklı bir yaşam için düzenli egzersizin önemi tartışılmaz. Peki, yürüyüş rutininizi daha etkili hale getirmek ve önemli sağlık faydaları elde etmek ister misiniz? Cevabınız evetse, bilimsel temellere dayanan ve uygulaması oldukça basit olan Aralıklı Yürüyüş Antrenmanı (IWT) tam size göre! "Japon yürüyüşü" olarak da bilinen bu yöntem, Japon araştırmacılar tarafından özellikle yaşlı bireylerin kardiyometabolik sağlığını iyileştirmek amacıyla geliştirilmiştir. "Japon Yürüyüşü" (IWT) Nedir ve HIIT'ten Farkı Ne? Aralıklı Yürüyüş Antrenmanı (IWT), yüksek yoğunluklu interval antrenmanının (HIIT) aksine, her yaş ve fitness seviyesindeki bireyler için erişilebilir bir interval antrenman şeklidir. HIIT egzersizleri, daha düşük yoğunluklu egzersiz (veya dinlenme) periyotları ile daha yüksek yoğunluklu egzersiz periyotları arasında geçiş yapmayı içerirken ve bazen antrenmanla ilişkili sakatlanmalara yol açabilirken, IWT daha düşük bir yoğunluk seviyesinde çalışır ve genellikle güvenli kabul edilir. Mass General Brigham Spor Hekimliği uzmanı ve Harvard Tıp Fakültesi'nde yardımcı doçent olan Dr. Sarah F. Eby, Healthline'a yaptığı açıklamada, "Aralıklı yürüyüş antrenmanının faydalarını özel olarak inceleyen çalışmalar, fiziksel zindelik, kas gücü ve glisemik kontrolde iyileşme bulmuştur," diyor. Ayrıca, haftada önerilen 150 dakikalık orta yoğunlukta aerobik aktivite hedefine ulaşmak için harika bir yol olduğunu belirtiyor. "Japon Yürüyüşü"nün Kanıtlanmış Faydaları: Geleneksel Yürüyüşten Neden Daha Üstün? Mayo Clinic Proceedings'de 2009 yılında yayınlanan "Japon yürüyüşü" üzerine yapılan orijinal araştırmaya göre, standart IWT protokolü şu aralıklardan oluşur: 3 dakika hızlı yürüyüş  (yaklaşık olarak zirve aerobik kapasitenin %70'i) 3 dakika yavaş yürüyüş  (zirve aerobik kapasitenin %40'ı) Önerilen minimum beş setlik bu aralıklar, haftada beş gün, günde 30 dakikalık bir yürüyüşe denk gelir. Bu çalışmada, Japon araştırmacılar ortalama yaşı 63 olan 200'den fazla yetişkini işe alarak IWT'nin geleneksel "sürekli yoğunluklu" yürüyüşe karşı nasıl bir performans gösterdiğini test ettiler. Sonuçlar çarpıcıydı: IWT'nin, aşağıdakiler de dahil olmak üzere çeşitli sağlık belirteçlerini iyileştirmede geleneksel yürüyüşten üstün olduğu bulundu: Kan basıncı Kan şekeri Vücut kitle indeksi (VKİ) Aerobik kapasite Güç (denge ve stabilite göstergesi) Bu sağlık faydaları kadar önemli bir diğer nokta ise, katılımcıların bu protokole uzun vadede sadık kalabilmesiydi. Daha sonraki bir analiz, 826 denekten 783'ünün çalışma süresince IWT protokolünü takip edebildiğini, yani %95'lik bir bağlılık oranı elde edildiğini ortaya koydu. 2024 yılında yapılan bir IWT incelemesi, sağlık faydalarının "hem orta ve ileri yaştaki sağlıklı bireylerde hem de metabolik hastalıkları olan bireylerde iyi bir şekilde kanıtlandığı" sonucuna vardı. İncelemenin ilk yazarı ve Kopenhag Üniversitesi Bispebjerg ve Frederiksberg Hastaneleri'nde danışman ve klinik doçent olan Dr. Kristian Karstoft, Healthline'a verdiği demeçte, "Enerji harcaması ve zaman süresi eşleştirilmiş sürekli yürüyüş antrenmanına kıyasla, IWT tip 2 diyabetli bireylerde fiziksel zindeliği, vücut kompozisyonunu ve glisemik kontrolü iyileştirmede daha üstündür," diyor. "Japon Yürüyüşü"ne Nasıl Başlanır? Uzmanlardan İpuçları Fitness seviyeniz veya hedefleriniz ne olursa olsun, "Japon yürüyüşü" yeni bir fitness rejimine başlamak veya mevcut rutininizi geliştirmek için harika bir yol olabilir. Ancak, aralıklı yürüyüş antrenmanını doğru bir şekilde uygulamak önemlidir ve başlamadan önce doktorunuza danışmanız iyi bir fikirdir. Nevada Üniversitesi, Las Vegas Kirk Kerkorian Tıp Fakültesi aile ve toplum hekimliği bölümünde yardımcı doçent olan Dr. Denice Ichinoe, "Hastalarıma her zaman egzersiz yaparken rahat olmalarını söylerim. Yapmak istemediğiniz şey, çok sert ve yoğun bir şekilde egzersiz yapmaya başlamaktır," diyor. Dr. Ichinoe, IWT'ye başlamak için şu ipuçlarını öneriyor: Ulaşılabilir hedeflerle başlayın:  İlk başladığınızda 30 dakika yapamıyorsanız sorun değil. Fitness seviyenize uygun bir hedef seçin. Yoğunluk seviyenizi kontrol etmek için "konuşma testi"ni kullanın:  Hızlı yürüyüş aralıklarınız sırasında, nefesinizi toplamadan önce sadece birkaç kelime söyleyebilmelisiniz. Destekleyici yürüyüş ayakkabıları giyin:  Rahatsızsanız, rutininize bağlı kalma olasılığınız azalır! Vücudunuzu tanıyın:  Ağrı veya baş dönmesi hissederseniz yavaşlayın veya durun. Seanslarınızı bir günlük veya fitness takip cihazı kullanarak takip edin. Dr. Eby ise önce kısa bir deneme süresi öneriyor: "Başarı üzerine başarı inşa etmek istiyoruz. Bir aralıklı yürüyüş antrenman programına başlamak istiyorsanız, düşükten başlayın ve yavaşça artırın. Birkaç dakika normal hızınızda yürümeyi deneyin, ardından 20-30 saniye tempolu yürüyün ve yürüyüşünüzün süresi boyunca tekrarlayın. Vücudunuz bu yeni egzersiz uyarısına adapte oldukça, daha hızlı yürüyüş periyotlarının süresini kademeli olarak artırabilirsiniz." "Japon yürüyüşü" veya Aralıklı Yürüyüş Antrenmanı, kalp sağlığınızı iyileştirmek, fiziksel zindeliğinizi artırmak ve genel refahınıza katkıda bulunmak için basit, erişilebilir ve bilimsel olarak kanıtlanmış bir yöntemdir. Küçük adımlarla başlayarak ve vücudunuzu dinleyerek, bu etkili fitness hilesini günlük rutininizin bir parçası haline getirebilir ve daha sağlıklı bir geleceğe doğru yürüyebilirsiniz.

  • Manta Adam: Bir Dalgıç ve Dev Bir Vatozun Okyanusu Değiştiren Sıra Dışı Dostluğu

    Baja California'nın güney kıyılarından yüzlerce kilometre uzakta, volkanik Revillagigedo Takımadaları, balina köpekbalıkları ve çekiçbaşlı köpekbalıkları gibi devasa deniz canlılarına ev sahipliği yapar. Ancak bu vahşi ve görkemli sular, bir zamanlar çok daha özel ve nadir bir dostluğa da tanıklık etti: Amerikalı denizci Terry Kennedy ve dev bir Pasifik manta vatozu arasında kurulan sarsılmaz bağ. İlk Karşılaşma: "Sadece Suya Girmek Zorundaydım" Her şey 1988 yılının Aralık ayında, 83 yaşındaki efsanevi denizci Terry Kennedy'nin, San Benedicto adası açıklarında altı metre genişliğinde dev bir manta vatozuyla karşılaşmasıyla başladı. Kennedy, bu devasa ama zarif canlıya "Willy" adını verecekti. "Onu teknenin yanında gördüğümde, ne kadar devasa olsa da, onu görebilmek için sadece suya girmek zorundaydım," diye anlatıyor o anı. Suya atladığında ilk başta Willy'yi göremese de, dev vatoz kısa süre sonra hemen altında belirmişti. Bu, on yıllar sürecek bir dostluğun ilk anıydı. Suda Bir Yolculuk: İki Mil Uzaklıkta Bir Güven Dansı O günden sonra Terry ve Willy, okyanusun derinliklerinde birlikte sayısız yolculuğa çıktılar. Willy, Kennedy'yi sırtında su altı volkanik tepelerinin etrafında gezdiriyor, bazen iki mil kadar uzağa götürüyor ve her seferinde onu güvenle teknesine geri bırakıyordu. Bu sıra dışı ilişki, şimdi "The Last Dive" adlı yeni bir belgeselde mercek altına alınıyor. Kennedy'nin Willy ile yeniden bir araya gelme umuduyla adalara yaptığı son yolculuğu anlatan film, insan ve hayvan arasındaki derin bağlara odaklanıyor. "The Octopus Teacher" ile Paralellikler ve Yeni Bir Nesle İlham Film yapımcısı Cody Sheehy, bu belgeselin "tamamen yeni bir neslin" okyanusa aşık olmasına ilham vereceğini umuyor. Tıpkı 2020'de büyük beğeni toplayan ve bir ahtapotla kurulan dostluğu anlatan "The Octopus Teacher" gibi, "The Last Dive" da izleyicilere doğayla kurabileceğimiz derin bağları ve bunun dönüştürücü gücünü hatırlatacak. Dokunmanın Ötesinde Bir Güven: Vahşi Yaşamla Etkileşimde Etik Sınırlar Kennedy ve Willy tanıştığında, vahşi bir hayvana dokunmanın potansiyel zararları hakkında bugünkü kadar yaygın bir bilinç yoktu. Günümüzde birçok korunan deniz alanında bu tür temaslar yasaklanmış durumda, çünkü fiziksel temasın mantalarda strese ve davranış değişikliklerine yol açtığı biliniyor. Ancak o dönemde, Willy ve Kennedy arasında, Kennedy'nin kamerasıyla belgelediği, kelimelerle ifade edilemeyen bir güven ve saygı bağı oluşmuştu. Willy, Kennedy'nin teknesine gelip yüzgecini gövdeye vurarak onu çağırır, Kennedy sırtına bindiğinde ise adanın etrafında tura çıkarlardı. Willy'nin Kahramanlıkları: Terk Edilmiş Ağlar ve Köpekbalığı Koruması Willy, sadece bir dost değil, aynı zamanda Kennedy'nin okyanustaki yardımcısıydı. Bir keresinde Kennedy'yi ısrarla peşinden sürükleyerek devasa bir terk edilmiş balık ağına götürmüş, bu sayede Meksika donanmasının yardımıyla 17.000 metrelik ağ çıkarılmıştı. Başka bir seferde ise, Kennedy'nin dalışı sırasında büyük bir çekiçbaşlı köpekbalığı ile arasına girerek onu korumuştu. Kennedy, "Kendi kendime 'Vay canına. Willy beni korudu' diye düşündüm," diyor o anı hatırlayarak. Mantaların Zekası ve Kırılganlığı: Neden Korunmaya İhtiyaçları Var? Manta vatozları, diğer balıklara kıyasla en büyük beyin-vücut kütlesi oranına sahip, oldukça zeki canlılardır. Kendilerini aynada tanıyabilme gibi nadir bir öz farkındalık belirtisi gösterirler. Ancak bu uysal devler, ABD Tehlike Altındaki Türler Yasası kapsamında tehdit altında olarak listeleniyor. Her yıl binlercesi, hassas solungaçları için hedef alınıyor veya yasadışı balıkçılıkta yan av olarak yakalanıyor. Bir Avcıdan Korumacıya: Willy'nin Dönüştürücü Etkisi Kennedy'nin Willy ile olan dostluğu, sadece su altı yaşamına yaklaşımını değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda o dönemde büyük bir balık avcısı olan Kennedy'yi beklenmedik bir role, bir korumacıya dönüştürdü. 1994'te San Benedicto adasında, bir gün önce birlikte yüzdüğü mantaların da aralarında bulunduğu bir katliama tanık olması, Kennedy için bir dönüm noktası oldu. Bu olay uluslararası tepkiye yol açtı ve Kennedy, federal balıkçılık düzenlemelerinin en sesli savunucularından biri haline gelerek Meksika hükümetini Revillagigedo Takımadaları'nı ulusal olarak korunan bir deniz rezervi ilan etmeye zorladı. "Artık Benden Korkmadıklarında Ne Olduğunu Bilmiyorum" Kennedy, "San Benedicto'da olanlar için, 'Bu benim için yeterli' dedim. Onları bir kamerayla çekmeyi tercih ederdim ve o günden sonra, bana gerçekten yaklaşan büyük balıklarla iyi geçindim," diyerek dönüşümünü anlatıyor. Yıllar içinde okyanusla ilişkisi evrilen Kennedy, 14.000'den fazla dalış yapmış biri olarak, "Benim dünyam, yüzeyin altına indiğimde başlıyor," diyor. Okyanuslarımızın Geleceği İçin Acil Çağrı: Koruma Neden Önemli? Manta vatozlarının sayısındaki küresel düşüş ve yetersiz denetlenen dalış teknelerinin sayısındaki artış, bu canlıları ve kırılgan ekosistemlerini tehdit ediyor. Tekne trafiği ve sorumsuz dalış pratikleri, mantaların beslenme düzenlerini etkileyebiliyor ve yaralanmalarına neden olabiliyor. Deniz düzenlemelerinin artırılması ve çevre koruma yasalarının güçlendirilmesi, deniz yaşamının geleceği için hayati önem taşıyor. Willy'nin Mirası ve Ortak Bir Bağın Umudu Terry Kennedy ve Willy arasındaki sıra dışı bağ, nadir de olsa, bu muhteşem yaratıklara yaşama ve gelişme şansı verildiğinde mümkün olabilecek ortak bir bağa dair derin bir bakış açısı sunuyor. Kennedy'nin de dediği gibi, "Willy bana ne yapılması gerektiğini gösterdi ve ben de yaptım." Bu dokunaklı hikaye, hepimize okyanuslarımızı koruma sorumluluğumuzu hatırlatıyor ve doğayla kurabileceğimiz derin, dönüştürücü ilişkilerin gücünü bir kez daha gözler önüne seriyor.

  • Sosyal Mutfak : Mutfağınızı Nasıl Daha Sosyal ve Davetkar Yaparsınız?

    Günümüzde mutfaklar, evin sadece yemek pişirilen bir bölümü olmanın çok ötesine geçti. Aile bireylerinin bir araya geldiği, dostların ağırlandığı, keyifli sohbetlerin yapıldığı, kısacası evin atan kalbi haline geldi. Bu dönüşüm, mutfak tasarımında da yeni arayışları beraberinde getiriyor: Daha sosyal, daha davetkar ve daha "yaşayan" bir mutfak nasıl yaratılır? Neden Sosyal Bir Mutfak? Yaşam Tarzınızı Yansıtan Mekanlar Tasarım uzmanları, sosyal mutfakların yükselişinin, evde yaşama ve bağlantı kurma biçimlerimizdeki daha geniş bir değişimin parçası olduğunu vurguluyor. Artık mutfaklar sadece işlevsel değil, aynı zamanda duygusal bir bağ kurduğumuz, anılar biriktirdiğimiz ve kendimizi iyi hissettiğimiz alanlar olmalı. İnsanların, hem fonksiyonel hem de gerçekten içinde zaman geçirmekten keyif alacakları mutfaklar arzuladığı bir dönemdeyiz. Peki, mutfağınızı hem stil sahibi hem de sosyal ihtiyaçlarınızı karşılayacak şekilde nasıl tasarlayabilirsiniz? İşte iç mimarlardan ilham veren 10 ipucu: 1. Stratejik Düzen: Akıcı ve Fonksiyonel Bir Alan Yaratın Sosyal bir mutfağın temeli, iyi düşünülmüş bir düzendir. Uzmanlar, insanların birbirlerinin hareket alanını kısıtlamadan bir arada olabilmeleri için yemek pişirme, yemek yeme ve oturma alanları arasında akıcı bir geçişin önemini vurguluyor. Ada veya Yarımada Kullanımı:  Mutfak adaları, çalışma alanları ile rahatlama bölgeleri arasında doğal bir ayrım yaratarak insanları bir araya getiren mükemmel bir odak noktasıdır. Hareket Alanı:  Yeterli hareket alanı bırakmak, kalabalık anlarda bile konforu garantiler. 2. Davetkar Oturma Alanları: Konfor ve Sohbet Köşeleri Hiçbir sosyal mutfak, rahat bir oturma alanı olmadan tamamlanmış sayılmaz. İç mimarlar, mutfak adası oturma alanlarının insanları bir araya gelmeye, sohbete katılmaya veya yemek hazırlığına yardım etmeye teşvik ettiğini belirtiyor. Banket Oturma Düzenleri:  Özellikle alandan tasarruf etmek ve samimi bir köşe yaratmak için idealdir. Pencere Kenarı Koltukları:  Işık alan, keyifli bir okuma veya kahve köşesi için mükemmeldir. Rahat Sandalyeler ve Tabureler:  Uzun sohbetlere eşlik edecek konforlu seçenekler tercih edin. 3. Gizli Kahramanlar: Cihazlarınızı Akıllıca Saklayın Tasarımcılar, sosyal bir mutfağın klinik bir görünümden uzak, davetkar ve rahat olması gerektiğini sıkça dile getiriyor. Bu nedenle, büyük ve küçük mutfak aletlerini gizlemek, mekanın genel estetiğini ve samimiyetini artırır. Ankastre Cihazlar:  Modern ve düzenli bir görünüm sağlar. Tezgah Üstü Dolaplar ve Kilerler:  Tost makinesi, kahve makinesi gibi küçük aletleri gözden uzak tutar. Alet Garajları:  Pratik ve şık bir çözümdür. 4. Bağımsız Mobilyaların Gücü: Yaşanmışlık Hissi Katın Tamamen sabit dolaplar yerine, mutfağınıza bağımsız mobilyalar ekleyerek daha sıcak ve "yaşanmış" bir atmosfer yaratabilirsiniz. Uzmanlara göre şifonyer, büfe veya yemek masası gibi bağımsız parçalar mekana sıcaklık ve karakter katar. Bağımsız Mutfak Adaları:  Hem fonksiyonel hem de estetik bir dokunuş sağlar. Antika veya Rustik Parçalar:  Karakterli ve özgün bir hava katar. 5. Açık Raflar ve Cam Kapaklar: Kişisel Dokunuşlar Sergileyin Sosyal bir mutfak, kişiliğinizi yansıtmalı ve steril bir görünümden uzak durmalıdır. İç mimarlar, açık rafların veya cam kapaklı dolapların mutfak ile oturma alanları arasındaki geçişi yumuşattığını ve mekana daha rahat bir hava kattığını belirtiyor. Açık Raflar:  Sevdiğiniz seramikleri, bitkileri veya kitapları sergilemek için idealdir. Cam Kapaklı Dolaplar:  İçerideki eşyaları sergilerken tozdan korur ve mekana derinlik katar. 6. Lüks Detaylar: Hayatınızı Kolaylaştıran Dokunuşlar Sosyal bir mutfak, misafir ağırlamayı ve günlük yaşamı kolaylaştıran pratik özelliklere sahip olmalıdır. Sıcak Su Musluğu:  Uzmanlar, sıcak su musluklarının çay yapmaktan yemek hazırlamaya kadar her şeyi hızlandırdığını ve mutfakta zaman kazandırdığını ifade ediyor. İkinci Bir Lavabo veya İçecek Alanı:  Özellikle kalabalık misafir grupları için büyük kolaylık sağlar. Şarap deposu veya mini bir bar alanı düşünülebilir. 7. Katmanlı Aydınlatma: Atmosferi Siz Yaratın Doğru aydınlatma, sosyal bir mutfağın olmazsa olmazıdır. Tasarımcılar, katmanlı bir aydınlatma şemasının önemini vurgulayarak, tezgâh üstleri için görev aydınlatması, yemek ve sohbet alanları içinse daha yumuşak bir ortam aydınlatması öneriyor. Tavan Lambaları:  Genel aydınlatmayı sağlar. Sarkıt Lambalar:  Mutfak adası veya yemek masası üzerinde şık bir odak noktası oluşturur. Duvar Aplikleri ve Tezgah Lambaları:  Ortam aydınlatması ve sıcak bir atmosfer için idealdir. Dimmer Kullanımı:  Işık seviyesini ayarlayarak farklı ruh hallerine uygun ortamlar yaratabilirsiniz. 8. Donanımın Önemi: Küçük Detaylar, Büyük Farklar Mutfak dolabı kulpları gibi küçük detaylar, mutfağın genel hissiyatını ve kullanım kolaylığını büyük ölçüde etkiler. Tasarım uzmanları, donanımın bitişi, ölçeği ve dokunsal hissinin önemli olduğunu, cilalı pirinç gibi yüzeylerin sıcaklık katarken, eskitilmiş bronzun derinlik ve doku sağladığını belirtiyor. Dokunsal Malzemeler:  Mekanın genel atmosferiyle uyumlu malzemeler seçin. Ergonomik Tasarımlar:  Kullanımı kolay ve ele rahat oturan kulplar tercih edin. 9. Kişisel Dekorasyon: Ruhunuzu Yansıtın Sosyal bir mutfak, sizin ve ailenizin kişiliğini yansıtmalıdır. İç mimarlar, raflara sanat eserleri, seramikler veya kişisel objeler ekleyerek alanın daha derli toplu ve yaşanmış hissettireceğini söylüyor. Sanat Eserleri ve Fotoğraflar:  Duvarlara veya raflara kişisel dokunuşlar katın. Bitkiler ve Taze Çiçekler:  Mekana canlılık ve sıcaklık katar. Anı Eşyaları:  Seyahatlerden veya özel anlardan hatıralar sergileyin. 10. Dokular ve Tekstiller: Alanı Yumuşatın ve Sıcaklık Katın İnsanların mutfağınızda rahat etmesini istiyorsanız, yumuşak dokular ve tekstiller kullanmak önemlidir. Uzmanlar, daha yumuşak mobilyaların, dokuma taburelerin ve keten döşemelerin rahatlatıcı ve sıcak bir atmosfer yaratarak sosyal bir mutfağı geliştirebileceğini ifade ediyor. Minderler ve Kilimler:  Oturma alanlarına konfor ve renk katar. Keten veya Pamuklu Örtüler:  Yemek masasına veya tezgahlara sıcak bir dokunuş sağlar. Doğal Dokular:  Ahşap, taş gibi doğal malzemelerle uyumlu tekstiller seçin. Mutfağınızı daha sosyal bir hale getirmek, sadece estetik bir değişiklik değil, aynı zamanda yaşam kalitenizi artıracak bir yatırımdır. Doğru düzenleme, konforlu oturma alanları, akıllı depolama çözümleri ve kişisel dokunuşlarla mutfağınız, aileniz ve dostlarınızla unutulmaz anlar biriktireceğiniz, evin en sevilen köşesi haline gelebilir. Unutmayın, en iyi mutfak, içinde yaşamaktan keyif aldığınız mutfaktır!

  • Öz Değerinizi İnşa Edin: Hissetmeyi Beklemeyin, Harekete Geçin!

    Öz değer, kendimize atfettiğimiz değer ve saygıdır. Sağlıklı bir öz değere sahip olmak, kararlarımızı, ilişkilerimizi, genel refahımızı ve hayattaki başarılarımızı doğrudan etkiler. Tıpkı Arthur Ashe'in dediği gibi, "Olduğun yerden başla. Sahip olduklarını kullan. Yapabildiğini yap." Bu, öz değer yolculuğunun da temelini oluşturur. Araştırmalar, dünya genelinde insanların büyük bir çoğunluğunun (%85'e varan oranlarda) düşük öz saygı sorunları yaşadığını gösteriyor. Peki, bu yaygın sorunun üstesinden nasıl gelebiliriz? Kendimizi daha iyi hissetmek için sadece düşünmek yeterli mi? Çoğumuz, değerli bir işe başlamadan veya bir hedefimize ulaşmadan önce kendimizi iyi hissetmemiz gerektiğine inanırız. Ancak gerçekte durum tam tersidir: Eylem, daha iyi düşünmeyle sonuçlanır.  Hayatınızda görmek istediğiniz değişimi yaratmak için her şeyin mükemmel olmasını beklemek yerine, o ilk adımı atmalısınız. Eylemlerimiz, kendimiz hakkındaki düşüncelerimizi ve dolayısıyla öz değerimizi şekillendirir. Öz Değerinizi Geliştirecek 6 Güçlü Adım: Hemen Başlayın! Eğer siz de öz değerinizi artırmak istiyorsanız, işte size ilham verecek ve harekete geçirecek, bilimsel olarak da desteklenen bazı adımlar: 1. Gönüllü Olun ve Başkalarına Hizmet Edin Başkalarına yardım etmek, odağımızı kendi sorunlarımızdan uzaklaştırır ve topluma katkıda bulunduğumuzu hissettirir. Bir başkasının hayatında pozitif bir fark yaratmak, kendi değerimizi anlamamızı sağlar. 2. Bir Yetenek veya Zanaatta Ustalığa Adanın Resim yapmak, enstrüman çalmak, yazmak, yeni bir dil öğrenmek veya yemek pişirmek gibi bir beceri üzerinde çalışmak ve gelişim kaydetmek, muazzam bir başarı ve yeterlilik duygusu yaratır. En iyi olmak zorunda değilsiniz; önemli olan öğrenme ve büyüme sürecidir. 3. Pozitif Alışkanlıklar İnşa Edin Düzenli egzersiz yapmak, sağlıklı beslenmek, her gün belirli bir saatte kalkmak, kitap okumak veya günlük tutmak gibi olumlu alışkanlıklar, fiziksel ve zihinsel sağlığımızı iyileştirir. Bu alışkanlıklar, hayatımıza yapı ve kontrol hissi katarak öz değerimizi artırır. 4. Minnettarlık Disiplinini Hayatınıza Katın Minnettarlık, sahip olmadıklarımızdan ziyade sahip olduklarımıza odaklanmamızı sağlar. Her gün, koşullar ne olursa olsun, şükredecek şeyler bulmak ve bunları bilinçli olarak takdir etmek, pozitif bir zihniyet geliştirir ve öz değerimizi besler. Bu, özellikle zor zamanlarda güçlü bir araçtır. 5. Hedeflerinize Doğru Ufak Ama Kararlı Adımlar Atın "Hareket eden bir gemiyi yönlendirmek daha kolaydır." Büyük hedeflere ulaşmak için tamamen hazır olmayı beklemek, genellikle hiç başlamamakla sonuçlanır. Bugün, hedefinize doğru küçücük bir adım atın. Her adım, ne kadar küçük olursa olsun, ivme kazandırır ve özgüveninizi artırır. 6. Sizin İçin Anlamlı Aktivitelere Zaman Ayırın Değerlerinizle ve tutkularınızla uyumlu faaliyetlerde bulunun. Bu, sevdiğiniz bir hobiyi yapmak, doğada vakit geçirmek, inanç topluluğunuzla bir araya gelmek veya sevdiklerinizle kaliteli zaman geçirmek olabilir. Anlamlı eylemler, amaç duygumuzu güçlendirir ve kendimizi değerli hissetmemize yardımcı olur. Küçük Başlayın, Bugün Başlayın: İlk Adımınız Ne Olacak? Öz değerinizi artırmak için atacağınız ilk adımın devasa olması gerekmiyor. Önemli olan o adımı bugün atmanız. Belki bir saat gönüllü çalışmak, uzun zamandır ertelediğiniz bir projeye başlamak, sevdiğiniz birine minnettarlığınızı ifade eden bir mesaj atmak... Seçim sizin. Unutmayın, mutlu olmak istiyorsanız mutluluk getiren şeyler yapın. Kendinize daha çok değer vermek istiyorsanız, size değer katan eylemlerde bulunun. Dünya sizin bu katkınızdan faydalanacak ve siz de kendi değerinizi keşfedeceksiniz. Zeynep Derin Köseoğlu İletişim:   zeynepkoseoglu@ekolojikevim.com.tr

  • İnsan Doğanın Yansıması Değil mi?

    Bazen oturup bir ağaca uzun uzun baktığın olur mu? Hani hiçbir şey yapmadan, sadece bakmak. Dallarının rüzgarla kıpırdayışı, yaprakların birbirine çarpıp çıkardığı ses, gövdesinin o dimdik hali. Ne zaman böyle bir ana denk gelsem, şunu düşünmeden edemem: “Biz de doğayız. Farkında olmadan yaşıyoruz ama onunla ne kadar aynıyız aslında.” Bir ağacı düşünün. Bir ağaç nasıl kökleriyle toprağa tutunuyorsa, biz de geçmişimizle, anılarımızla hayata tutunuyoruz. Dalları nasıl gökyüzüne uzanıyorsa, bizim de hayallerimiz var ulaşmak istediğimiz. Rüzgar esince bazen yapraklarını döküyor ya, biz de öyleyiz işte. Bazen bir söz, bir bakış, bir kayıp…  Savruluyoruz. Sonra zaman geçiyor, mevsim dönüyor, aynı ağaç yeşeriyor tekrar. Biz de iyileşiyoruz. Ne olursa olsun, devam ediyoruz hayata. Doğanın ritmiyle çok benziyor kalbimizin ritmi. Bazen fırtına, bazen yağmur. Bazen güneşli, bazen gölgeli. Ama hep bir döngü içinde, aynı doğa gibi. Düşünsene, bir deniz gibi özgürleşebiliyoruz sevdiklerimizin yanında ya da bir çiçek gibi açabiliyoruz, kendimizi güvende hissettiğimiz yerde. Yani doğayı dışımızda sanıyoruz ama aslında içimizde taşıyoruz. Photo by   frank mckenna  on   Unsplash Bana sorarsan, doğayı korumak aslında kendini korumakla eşdeğer. Çünkü biz onunla bir bütünüz. O nefes aldıkça, biz de alıyoruz. O iyi oldukça, biz de iyiyiz. Bazen bir çöpü yere atmamak, bazen bir ağacı sulamak, bazen bir kuşun suyunu yenilemek. Küçük gibi duran her şey aslında büyük bir iyilik bırakıyor ardında. Hem doğaya hem bize. Şehirde yaşarken unutuyoruz bunu. Betonun içindeyken sanki doğadan çok uzaktaymışız gibi geliyor. Ama sonra bir orman yürüyüşünde, bir deniz kenarında ya da sadece parkta otururken hissediyoruz doğayı. Ruhumuzun ihtiyacı olan buymuş meğer. Doğayı görmek, duymak, içinde kaybolmak. Bir gün doğayı yok edersek, aslında kendi yaşam alanımızı da yok etmiş olacağız. Çünkü doğa olmadan biz de olamayız. O bizim yalnızca dışımızda olan bir şey değil, bizim içimiz. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz yemek. Hepsi onun armağanı. Biz o armağanı korumazsak, bir gün elimizde hiçbir şey kalmayacak. Bir çocuğu düşünün. Doğayla iç içe büyüyen bir çocuk daha huzurlu olur. Toprağa basar, yağmurda ıslanır, ağaca tırmanır. Doğayı tanırsa kendini de tanır. Empati gelişir, büyüdüğünde daha şefkatli olur. Doğaya şefkat duyan bir insan, insana da şefkat duyar. Zincirleme bir iyilik hali başlar.  Çünkü doğa insana sabrı öğretir, sadeliği öğretir, anda kalmayı öğretir. Bir çiçeği büyütmeyi deneyen bilir bunu. Her gün azar azar, biraz su, biraz güneş, biraz sevgi. Sonra o tomurcuk açar ya, işte o an büyüsüdür hayatın. Photo by   Rob Mulally  on   Unsplash Kendimizi doğadan ayrı gördükçe yalnızlaşıyoruz. Ama onun bir parçası olduğumuzu hatırladığımızda ruhumuz sanki “oh be” diyor. Bir ağaç gölgesinde serinlemek, denizin kenarında oturup sadece dalgaları dinlemek, kuşların sesine uyanmak. Ruhun ihtiyaç duyduğu şeyler bunlar. Güzel yanı şu ki, bunlar için çok büyük şeylere gerek yok. Doğayla kurduğumuz o bağ, sade ama derin bir yerden besliyor bizi. Doğayı korumak demek, daha az tüketmek, daha çok paylaşmak demek.  Gerektiği kadar almak, gerektiğinde bırakabilmek. Çünkü doğa her zaman verir ama dengesini korumamız gerekir. Aksi halde bir yerde tıkanır. Bizim ilişkilerimiz gibi düşün. Sadece alırsan, karşılık vermezsen bozulur o ilişki. Doğayla olan ilişkimiz de böyle. Belki de hayatın sırrı bu: “Doğaya benzemek.” Onun gibi sakin, onun gibi cömert, onun gibi yenilenebilir, onun gibi gerektiğinde geri çekilebilen. Hani sonbaharda yaprak döker ya ağaç, yorgunluğu bırakır da kışa hazırlar kendini. Biz de öyle yapmalıyız belki. Yeri geldiğinde dinlenmek, yeri geldiğinde filizlenmek. İnsan dediğin doğanın ta kendisi. Onu sevmek kendini sevmek, onu korumak kendini kollamak gibi.  Doğa dediğin şey sadece yeşil değil; o bir bakış açısı, bir duruş, hayatı yaşama biçimi. Ona ne kadar nazik davranırsak, o da bize o kadar kucak açıyor. Bir gün kendini kaybolmuş hissedersen, bir ağacın altına otur ya da çıplak ayakla toprağa bas. Kuş seslerini dinle, bulutlara bak. Kendini yeniden hatırlarsın. Çünkü doğa hep orada. Onunla bağ kuran insan, kendini de unutmuyor. Yorumlara doğayla ilgili en özel anını, sana iyi gelen bir doğa ritüelini ya da bu yazının sende uyandırdığı duyguyu yazarsan çok sevinirim 💜 Belki de birbirimizden ilham alırız :)  Mutlulukla kalın :)  Gizem Görhan Yağmur İletişim:   gizemgorhanyagmur@ekolojikevim.com.tr

Sosyal Medya'dan takip et
  • Facebook
  • Instagram
  • X
ekolojik evim logo beyaz
Düşüncelerini Paylaş

​Email : info@ekolojikevim.com.tr

​​​

Haber Bültenimize Abone Olun • Kaçırmayın!

Abone olduğunuz için teşekkür ederiz!

bottom of page