1 Gram Altın İçin 1 Ton Toprak: Madenciliğin Rakamlarla Gerçek Yüzü
- EE Admin
- 19 saat önce
- 3 dakikada okunur

Türkiye'de madencilik denildiğinde, tartışmalar genellikle "kalkınma" ve "çevre" gibi iki keskin kutup arasında alevlenir. Bu tartışmalar çoğu zaman sloganlar, duygusal argümanlar ve genellemelerle ilerler. Peki, bu hararetli başlıkların arkasında ham veriler, rakamlar ve uzman raporları bize ne söylüyor? Bu yazının amacı, ham verilerden ve uzman raporlarından yola çıkarak madencilikle ilgili yerleşik kanıları sorgulayan ve ezber bozan gerçekleri bir liste halinde sunmaktır.
"Ekonominin Lokomotifi" Söylemi ve Rakamların Söylediği
Madencilik sektörünün Türkiye ekonomisi için vazgeçilmez bir "lokomotif" olduğu yönündeki güçlü söylemi sıkça duyarız. Ancak rakamlar, bu algının abartılı olabileceğini gösteriyor.
Madencilik sektörünün Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) içindeki payı, 2020 yılı verilerine göre sadece %1,17'dir. Bu oran, sektörün 1968 yılındaki %1,8'lik payından bile daha düşüktür. Yani, sanılanın aksine, madenciliğin ülke ekonomisindeki göreceli ağırlığı zaman içinde artmamış, aksine azalmıştır. Bu veri, sektörün ekonomik etkisinin çoğu zaman orantısız bir şekilde sunulduğunu ve "ülke kalkınmasının motoru" söyleminin rakamsal bir karşılığının olmadığını ortaya koyuyor.
"Korunan Alan" Statüsü, Madenciliğe Karşı Bir Kalkan Değil
Türkiye'de bir alanın "Milli Park", "sit alanı" veya "Tabiatı Koruma Alanı" ilan edilmesinin, o bölgeyi madencilik tehdidinden tamamen koruduğunu düşünebilirsiniz. Ne yazık ki, veriler bu varsayımın tehlikeli bir yanılgı olduğunu gösteriyor.
"Kaz Dağları Yöresi'nde Madencilik" başlıklı kapsamlı rapor, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:
Kaz Dağları yöresindeki orman varlığının %80'i madencilik yapılabilecek alan olarak ruhsatlandırılmış durumda.
Daha da şaşırtıcı olanı, Milli Parklar, tabiat parkları ve sit alanları gibi yasal koruma altındaki doğa koruma alanlarının %55'i madencilik faaliyetlerine açık.
En trajik olanı ise, dünyada sadece bu bölgede bulunan Kaz Dağı Göknarı'nı korumak amacıyla oluşturulan Tabiatı Koruma Alanı'nın %99,9'unun maden ihale ruhsat alanları içinde yer almasıdır.

Bu rakamlar, Türkiye'de "koruma" statüsünün pratikte madencilik faaliyetlerini durdurmak için yetersiz kaldığını ve doğayı madenciliğe karşı mutlak surette koruyan neredeyse hiçbir yasal kalkanın bulunmadığını gösteriyor.
Madenin Kârı Kime Gidiyor?: Teşvikler, Vergiler ve Yabancı Şirketler
Madencilik faaliyetlerinin ülkenin zenginliğini artırdığı ve bu zenginliğin ülke içinde kaldığı varsayılır. Ancak, özellikle yabancı sermayeli şirketlerin yararlandığı yasal düzenlemeler, bu varsayımı sorgulamamıza neden oluyor.
Madencilik yapan şirketler, çeşitli teşviklerden yararlanmakta, KDV iadesi almakta ve "çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları" sayesinde önemli vergilerini kendi ülkelerinde ödemektedir. Bu durum, elde edilen kârın önemli bir kısmının Türkiye'de kalmak yerine uluslararası hissedarlara ve şirket merkezlerine aktarılmasına yol açıyor.
"Şu anda madencilikle ilgili yabancı şirketlerin yararlandığı düzenlemeler, Osmanlı’dan gelen kapitülasyonların bir devamı şeklinde olup, yabancı sermayeli şirketler... elde ettikleri kazançlarını da kendi ülkelerinde borsadaki hissedarlarıyla paylaşmakta, diğer taraftan çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmalarına dayanarak önemli vergilerini de kendi ülkelerinde ödemektedirler."
Bu yapı, madenciliğin yerel halkın refahına ve ülke ekonomisine katkısının neden sınırlı kaldığını açıklarken, doğa savunucularına yöneltilen "ülke ekonomisine zarar vermek isteyen dış güçler" söyleminin, bizzat mevcut yasal düzenlemeler eliyle nasıl bir ironiye dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Bir Gram Altın İçin Bir Ton Toprak: Yıkımın Akıl Almaz Ölçeği
Madenler modern yaşam için gerekli olabilir, ancak bu madenleri elde etmenin çevresel bir maliyeti var. Özellikle altın madenciliğinde bu maliyet, elde edilen ürünle kıyaslandığında akıl almaz bir boyuta ulaşıyor.
Verilere göre, sadece 1 gram altın elde etmek için, madenin bulunduğu yere göre 1 tona kadar altın cevherinin kazılması gerekebiliyor. Bu oran, altın madenciliğini doğaya en fazla tahribatı veren madencilik türlerinden biri yapıyor. Bu süreç, beraberinde kalıcı çevresel felaketler getirir:
Arazinin orijinal morfolojisinin tamamen bozulması,
Yer altı ve yer üstü su dengesinin altüst olması,
Siyanür gibi tehlikeli kimyasalların kullanımıyla hava ve su kirliliği,
Maden sahası terk edildikten sonra bile yıllarca sürebilen asit maden drenajı.
"Bana maden yaşamsal diyorsun. Maden yaşamsal ise ihtiyacın olanı neden satıyorsun? Madensiz yaşayabilirim ancak susuz yaşayamam."
Bu ifade, madenciliğin yarattığı çevresel yıkım ile en temel yaşam hakkı olan su hakkı arasındaki temel çelişkiyi mükemmel bir şekilde özetliyor.

"Madensiz Olmaz" Ama Madenler Sonsuz Değil
Madencilik sektörünün en güçlü argümanlarından biri, "madenden vazgeçmenin modern hayattan vazgeçmek" olduğu yönündedir. Ancak bu argüman, madenlerin yenilenemeyen, yani tükenebilir kaynaklar olduğu gerçeğini göz ardı ediyor.
Maden Mühendisleri Odası'nın raporuna göre, bilinen rezervlerin mevcut tüketim hızıyla tükenme ömürleri oldukça kısa:
Altın: 45 yıl
Gümüş: 29 yıl
Kurşun: 42 yıl
Çinko: 46 yıl
Bu veriler, tüketime dayalı mevcut modelin sürdürülemez olduğunu açıkça gösteriyor. Madencilerin "madenden vazgeçmek hayattan vazgeçmektir" argümanına karşı şu can alıcı soru ortaya çıkıyor: "Her madenin bir ömrü olduğuna göre maden bittiğinde, yaşamımız sona mı erecektir?" Bu soru, bizi geri dönüşüm, hacimsel madencilik ve sürdürülebilir yaşam odaklı politikalara ne kadar acil ihtiyacımız olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor.
Miras mı, Emanet mi?
Rakamlar ve raporlar, Türkiye'deki mevcut madencilik politikalarının ekonomik faydalarının sıkça abartıldığını, buna karşılık çevresel ve sosyal maliyetlerinin ise hafife alındığını net bir şekilde gösteriyor. Tartışmaları sloganların ötesine taşıyarak, verilere dayalı, bütüncül ve gelecek odaklı bir yaklaşım benimsemek zorundayız.
"Unutmayalım ki doğa hakkı, insan hakkının önündedir. Bu dünya bize atalarımızın mirası değil, gelecek nesillerin bir emanetidir."
Peki, gelecek nesillere bırakacağımız emanete sahip çıkarken, hem doğayla uyumlu hem de adil bir kalkınmayı nasıl başarabiliriz?
