Belém'in Mirası ve Akbelen'in Gerçeği Arasındaki Türkiye
- EE Admin

- 3 gün önce
- 4 dakikada okunur

Uluslararası iklim diplomasisinin en önemli etkinliği olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı'nın 31.'sine (COP31) Türkiye'nin ev sahipliği yapacağı beklentisi, ülkenin iklim politikasını küresel bir vitrine taşıyor. Bu önemli rolün arifesinde, Brezilya'nın Belém kentinde düzenlenen ve arkasında hem somut kazanımlar hem de derin bir ilkesel miras bırakan COP30'un sonuçlarını doğru okumak, Türkiye'nin önündeki yolu aydınlatacaktır. "Orman COP'u" veya "Halkların COP'u" olarak da anılan Belém zirvesi, iklim eyleminin merkezine Yerli Halkları ve Yerel Toplulukları (IPLCs) yerleştirerek benzeri görülmemiş bir adıma imza attı.
Bu zirvede alınan kararlar, yerel halkların toprak haklarını güvence altına almayı ("topraksal adalet") etkili iklim eyleminin ayrılmaz bir parçası olarak tanımladı. İşte bu ilkesel çerçeve, COP31'e ev sahipliği yapmaya hazırlanan Türkiye için hem büyük bir fırsat hem de ciddi bir sınav niteliğindedir. Türkiye, bir yandan küresel iklim liderliği iddiasını ortaya koyarken, diğer yandan ülke içindeki madencilik gibi faaliyetler nedeniyle yerel topluluklarla yaşanan çevre çatışmalarıyla yüzleşmek zorundadır. Belém'in mirası, Türkiye'nin bu iki gerçeklik arasında anlamlı bir köprü kurmasını gerektiriyor.
Yerli Halklar İçin Bir Adalet Dönüm Noktası
COP30, konferansın Amazon'un kalbinde yapılmış olmasının da etkisiyle, Yerli Halkları ve Yerel Toplulukları (IPLCs) iklim tartışmalarının merkezine taşıyan tarihi bir zirve oldu. Zirvenin ruhu, nihai karar metnine verilen resmi isimle ölümsüzleşti: "Global Mutirão." Yerli Tupi-Guarani dilinde "kolektif çaba" anlamına gelen bu ifade, yerel toplulukların haklarını korumanın sadece bir sosyal adalet meselesi değil, aynı zamanda etkili bir iklim stratejisinin de temel taşı olduğunu resmen kabul etti. Bu ilkesel dönüşüm, somut mekanizmalarla desteklendi:
Toprak Mülkiyeti Hakkı: Yerli halkların toprak mülkiyeti haklarını güvence altına almak için "tarihi bir taahhüt" verildi ve bu amaçla 1.8 milyar dolarlık bir fon tahsis edildi. Bu, toprak haklarının iklim eylemiyle doğrudan ilişkilendirildiği en net adımlardan biriydi.
Tropik Ormanlar Sonsuzluk Fonu (TFFF): Tropik ormanların korunması için kurulan ve 5.5 milyar dolar kaynak toplayan bu dev fonun yönetiminde devrim niteliğinde bir karar alındı. Fona aktarılan kaynakların en az %20'sinin doğrudan Yerli Halklara ve yerel topluluklara tahsis edilmesi zorunlu kılındı. Bu adım, yerel toplulukları sadece danışılan bir konumdan çıkarıp finansal kaynakların zorunlu mali idarecileri haline getirerek güç dengelerini temelden değiştirmiştir.
Adil Geçiş Mekanizması (JTM): Fosil yakıtlardan temiz enerjiye geçiş sürecinin sosyal ve ekonomik adalet temelinde yürütülmesini amaçlayan bu yeni mekanizma, karar metinlerinde yerli halkların haklarına ve korunmasına özel atıflar içerdi.

Bu kararlar, zirve boyunca Yerli Halklar tarafından dile getirilen temel bir ilkeyi teyit etti: "İklim adaleti, topraksal adaletle başlar." COP30, bir topluluğun kendi toprağı, ormanı ve suyu üzerindeki haklarının tanınması ve korunmasının, küresel iklim hedeflerine ulaşmanın ön koşulu olduğunu küresel bir norm haline getirdi.
Ufukta Beliren Çelişki ve Sınav
Peki, Belém'de kabul edilen bu "topraksal adalet" ilkesi, COP31'e ev sahipliği yapmaya hazırlanan Türkiye için ne anlama geliyor? Küresel sahnede savunulacak bu ilerici ilkeler, ülkenin yerel gerçekleriyle bir araya geldiğinde karmaşık bir tablo ortaya çıkıyor.
Ülkede son yıllarda yoğunlaşan madencilik faaliyetleri, enerji projeleri veya sanayi yatırımları için yerel halkların tarım arazilerinin, zeytinliklerinin ve ormanlarının kamulaştırılması sıkça gündeme gelmektedir. Özellikle Akbelen'deki orman savunması, Kaz Dağları'ndaki siyanürlü altın madenciliğine karşı direniş ya da Munzur'daki baraj projelerine yönelik mücadeleler gibi simgeleşmiş örnekler, yerel toplulukların kendi yaşam alanlarını ve doğal kaynaklarını koruma mücadelesinin sistemik bir mesele olduğunu göstermektedir. Bu durum, Belém'de alınan kararlarla açık bir tezat oluşturmaktadır.

Türkiye, bir yandan COP31 ev sahibi olarak "yerel toplulukların iklim eylemindeki merkezi rolünü" ve "toprak haklarının korunmasını" savunan bir küresel liderlik pozisyonu üstlenecekken, diğer yandan kendi sınırları içinde bu ilkelerle çelişen uygulamaların yarattığı toplumsal ve ekolojik gerilimlerle yüzleşecektir. Bu durum, Türkiye'nin iklim politikasındaki samimiyetinin ve tutarlılığının en büyük sınavı olacaktır.
Yükümlülük mü, Fırsat mı?
Bir COP'a ev sahipliği yapmak, sadece lojistik bir organizasyon üstlenmek değildir. Ev sahibi ülke, aynı zamanda bir önceki konferansın gündemini ve mirasını ileriye taşıma sorumluluğunu da üstlenir. COP30 ve COP31 başkanlıklarının ortak rehberliğinde yürütülecek olan "Küresel Uygulama Hızlandırıcısı (GIA)" ve "Belém 1.5 Misyonu" gibi mekanizmalar, bu devamlılığın somut örnekleridir. Türkiye, Belém'de alınan kararların takipçisi ve uygulayıcısı olma rolünü doğal olarak benimseyecektir.
Elbette, Türkiye'nin bu ilkeleri kendi içinde uygulamaması durumunda yasal bir cezai yükümlülüğü bulunmuyor. Ancak COP31 ev sahibi olarak küresel sahneye taşıyacağı ilkelerle kendi iç politikalarını uyumlu hale getirme konusunda güçlü bir "siyasi ve ahlaki sorumluluğu" vardır. Zira küresel liderlik, her şeyden önce örnek olmakla başlar. Kendi evinde "topraksal adalet" ilkesini zedeleyen uygulamalar devam ederken, küresel sahnede bu ilkenin savunuculuğunu yapmak inandırıcılık sorununu beraberinde getirecektir.

Ancak bu durumu bir çelişki olarak görmek yerine, bir fırsat olarak çerçevelemek de mümkündür. Türkiye, COP31 başkanlığını, küresel iklim hedefleri ile yerel toplulukların hakları arasında somut köprüler kuran bir model ülke olma fırsatı olarak kullanabilir. Yerel çevre mücadelelerini "kalkınma karşıtlığı" olarak değil, sürdürülebilir ve adil bir geleceğin inşasında paydaş olarak gören, adil geçişi sadece enerji sektöründe değil, toprak ve doğal kaynak yönetiminde de uygulayan bir vizyon sunabilir.
Türkiye için bir "Gerçeklik COP'u" mu?
Yazının başından beri çizdiğimiz tablo nettir: Bir yanda COP30'un yerel halkların ve toprak haklarının iklim adaletinin merkezine koyduğu ilerici kararlar; diğer yanda Türkiye'de madencilik gibi projeler ekseninde yaşanan ve tam da bu ilkeleri sınayan yerel çevre ve adalet sorunları.
Brezilya, COP30'u dünyaya "Gerçeklik COP'u" (COP of Truth) olarak tanıtmıştı. Bu tanım, artık vaatlerin ötesine geçip küresel ilerlemenin dürüst bir muhasebesini yapma iddiasını taşıyordu. Şimdi aynı soru Türkiye için geçerlidir: COP31, Türkiye için bir "Gerçeklik COP'u" olacak mı? Türkiye, küresel iklim sahnesindeki iddialı duruşu ile kendi topraklarındaki "gerçekler" arasında bir yüzleşme yaşayacak mı?
Türkiye, COP31 ev sahipliğini, kendi iklim ve kalkınma politikalarını yerel adalet, ekolojik bütünlük ve toplumsal katılım temelinde yeniden gözden geçirmek için bir milat olarak kullanmalıdır. Küresel liderlik, Brüksel veya New York'taki salonlarda değil, Akbelen'de, Kaz Dağları'nda, Munzur'da, yani kendi evinde başlayan inandırıcı bir duruşla sergilenir.




Yorumlar