Su Kıtlığı Kapıda: Türkiye'nin Su Geleceği Hakkında Bilmeniz Gerekenler
- EE Admin

- 3 gün önce
- 4 dakikada okunur

Bir barajın tehlikeli derecede çekilmiş su seviyesi, bir zamanlar hayat dolu olan bir gölün çatlamış, kuru topraklara dönüşmüş kıyıları... Bu görüntüler artık nadir rastlanan haber kareleri değil. Ülke çapında derinleşen ve sessizce büyüyen bir su krizinin habercisi, yani hepimizin yüzleşmesi gereken "yeni bir gerçeklik". Bu manzaralar, doğanın bize gönderdiği bir uyarıdan çok daha fazlası; Türkiye'nin su kaynaklarının nasıl bir tehdit altında olduğunun somut kanıtı.
Yıllardır süregelen "Türkiye su zengini bir ülkedir" söylemi, ne yazık ki tehlikeli bir yanılgıdan ibaret. Rakamlar gerçeğin çok farklı olduğunu gösteriyor. 2017 yılı verilerine göre, kişi başına düşen 1.385,92 m³'lük su miktarıyla Türkiye, uluslararası standartlarda "su sıkıntısı çeken" bir ülke olarak sınıflandırılmaktadır.
Durum gelecekte daha da ciddileşecek. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ülke nüfusunun 2030 yılında 100 milyona ulaşacağını öngörüyor. Bu nüfus artışıyla birlikte kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının yılda 1.120 m³'e düşmesi bekleniyor. Falkenmark su stresi endeksine göre, kişi başına düşen yıllık su miktarının 1.000-1.700 m³ arasında olması "su stresi" anlamına gelirken, 1.000 m³'ün altına düşmesi "su kıtlığı" olarak tanımlanır. Bu projeksiyon, Türkiye'nin birkaç yıl içinde resmen su kıtlığı yaşayan bir ülke konumuna geleceğini açıkça göstermektedir.
Bu gerçeği kabul etmek kritik öneme sahiptir. Çünkü bir sorunu doğru tanımlamadan ona doğru çözümler üretmek imkansızdır. Su zengini olduğumuz yanılgısı, kaynaklarımızı nesiller boyu hoyratça kullanmamıza neden olan ve acilen terk etmemiz gereken temel bir zihniyet sorunudur.

Kaybın Boyutu Akıl Almaz: 60 Yılda 186 Göl Haritadan Silindi
Kriz, birkaç gölün kurumasıyla sınırlı değil; ülkenin ekolojik hafızası sistematik olarak yok oluyor. Türkiye Tabiatını Koruma Derneği'nin (TTKD) verilerine göre, son 60 yıl içinde Türkiye'deki 240 doğal gölden tam 186'sı tamamen kuruyarak haritadan silindi. Bu, her dört gölümüzden üçünün haritadan silindiği anlamına geliyor.
Bu yok oluşun somut örnekleri her bölgemizde görülebilir. Manisa'daki Gölmarmara tamamen kurudu. Bir zamanların kuş cenneti olan Konya'daki Akşehir, jeolojik bir harika olan Meke ve ülkenin en önemli sulak alanlarından Tuz Gölü gibi göller de şiddetli kuruma tehdidi altında can çekişiyor.
TTKD Bilim Danışmanı Dr. Erol Kesici'nin durumu özetleyen şu tespiti, krizin vahametini gözler önüne seriyor:
"Türkiye'de şu an iyi denilebilecek, parmakla gösterebileceğimiz bir tane dahi gölümüz yok."
Bir gölün kuruması, sadece bir su birikintisinin ortadan kalkması değildir. Bu, kuşların göç yollarının değişmesi, endemik balık türlerinin yok olması, yerel iklimin değişmesi ve bütün bir ekosistemin çökmesi demektir. Kısacası, bir medeniyetin doğayla olan bağının kopmasıdır.

Asıl Sorumlu Sadece Kuraklık Değil, Suyu Verimsiz Kullanan Tarım
Su krizinin sorumluluğunu yalnızca iklim değişikliğine ve kuraklığa yüklemek, resmin tamamını görmemizi engeller. Türkiye'deki tatlı su kaynaklarının en büyük tüketicisi açık ara tarım sektörüdür. Ülkemizdeki toplam suyun yaklaşık %74'ü tarımsal sulama için kullanılmaktadır.
Sorun, tarımın su kullanmasından çok, suyu nasıl kullandığında yatıyor. Tarımsal sulamanın büyük bir kısmı hâlâ "vahşi sulama" olarak da bilinen "açık kanal" sistemleriyle yapılıyor. Bu ilkel yöntemlerde, kaynaktan alınan suyun yaklaşık %40'ı daha tarlaya bile ulaşamadan buharlaşarak kayboluyor. Bu, her 10 damla sudan 4'ünün boşa harcandığı devasa bir israf demektir; bu, Türkiye'nin tarıma ayırdığı suyun neredeyse yarısının hedefine hiç ulaşamadığı anlamına gelir.
Durumu daha da kötüleştiren bir diğer faktör ise kontrolsüz yeraltı suyu kullanımıdır. Özellikle İç Anadolu'da tarımsal sulama için kullanılan ve sayıları 350.000'i aştığı tahmin edilen ruhsatsız yeraltı su kuyuları, su rezervlerini hızla tüketiyor. Bu kontrolsüz çekim, yeraltı su seviyelerinin her yıl ortalama 10-15 metre düşmesine neden oluyor.
Bu veriler, krizin çözümünün sadece gökyüzünden yağacak yağmura bağlı olmadığını kanıtlıyor. Asıl çözüm, suyu en çok tüketen sektör olan tarımda, sulama yöntemlerini acilen modernize etmekten ve suyu verimli kullanmayı bir devlet politikası haline getirmekten geçiyor. Bu devasa israf ve kontrolsüz yeraltı suyu kullanımı, sadece tarlaları değil, şehirlerimizin can damarı olan barajları da doğrudan kurutmaktadır.

Çözüm Sadece "Tasarruf" Değil, Ulusal Bir "Su Yönetimi Politikası"
Dişimizi fırçalarken musluğu kapatmak gibi bireysel tasarruf çabaları önemli olsa da, bu büyüklükteki bir krizi çözmek için yeterli değildir. Sorun sistemiktir ve çözümü de sistemsel olmalıdır. TBMM'ye sunulan araştırma önergelerinde de belirtildiği gibi, mesele artık bir "tasarruf değil, dönüşüm meselesidir".
Uzmanların ve bilimsel raporların işaret ettiği çözümler, bireysel çabaları bütüncül bir yaklaşımla desteklemeyi gerektiriyor. İşte atılması gereken acil adımlar:
Havza Bazlı Su Yönetimi: Suyu idari sınırlara göre değil, suyun doğal akış yolu olan nehir havzası boyunca tek bir organizma gibi yönetmek. Bir havzadaki yanlış kullanımın diğer bölgeleri de etkilediğini kabul eden bir planlama yapmak.
Verimlilik Odaklı Kullanım: Tarımda vahşi sulamayı tamamen terk edip, su kaybını en aza indiren damla sulama gibi basınçlı ve kapalı sistemlere geçişi yasal olarak zorunlu hale getirmek.
Ulusal Politika: "Geçici çözümler" ve günü kurtaran politikalar yerine, bilimi temel alan, sürdürülebilir ve bütüncül bir "ulusal su yönetimi politikası" geliştirmek ve bunu kararlılıkla uygulamak.
Gerçek bir değişim, ancak bireysel çabaları destekleyen, devlet ve yerel yönetimler düzeyinde atılacak cesur, bilimsel ve kararlı adımlarla mümkün olabilir. Bu, ortak akılla hareket etme zamanıdır.
Türkiye'nin su zengini bir ülke olduğu mitinden, haritadan silinen 186 gölün acı gerçeğine, verimsiz tarım politikalarından barajlardaki alarm seviyelerine kadar, su krizinin artık ertelenemez bir "yeni gerçeklik" olduğu ortadadır. Bu, sadece bir çevre sorunu değil, bir milli güvenlik ve gelecek meselesidir.
Yaşadığımız bu sessiz kriz, hepimize felsefi bir soruyu da yöneltiyor:
"İnsan, kendi yaşadığı dünyayı ne kadar duyabiliyor?"
Doğanın sesine kulak verme ve harekete geçme zamanı çoktan geldi. Suyun korunması sadece ekolojik bir mücadele değil; aynı zamanda bu topraklara karşı kültürel, tarihsel ve insani bir görevdir. Çünkü su, medeniyetin kendisidir.




Yorumlar